Agos gazetesinin 16 Ocak tarihli sayısının başlığı “Sekiz değil yüz yıl oldu” şeklindeydi.
Daha önceleri sık sık örneği görüldüğü gibi, “muhteşem organizasyonlar” yapmayı çok iyi bilen bir devletin çok çeşitli aktörlerinin dahliyle sekiz yıl önce, Hrant öldürüldü. Sekiz yılda bir arpa boyu yol geldik. Şimdilik devletin sadece “paralel cemaat” kanadı “oyalanalım” diye camdan dışarı atıldı. Pencerenin perdesinin arkasından dışarıyı izleyen diğer “paralel cemaatlar” saklanmak için yeni numaralar çeviriyorlar.
Yüz yıldır yaptıkları gibi...
Ama her halükârda Hrant cinayetinin arkasındaki sırrı da yüz yıl önceki soykırımın sırrını saklamak da aynı dürtülere dayanıyor: “cinayet de soykırım da ‘ortaklaşa’ işlendi ve ‘ortaklaşa’ saklanmalıdır”. Yani her ikisinin de suç ortağı yeteri kadar fazladır ve bu fazla sayıdaki ortağın birbirlerine karşı kullandıkları mafyanın suskunluk yasası “omerta” mantığıdır; Mehmet Ağar’ın dediği gibi yani... “Tuğlayı çekersek hepimiz altında kalırız”...
Bu yüzden devlet içinde ortak işlenmiş, ortak seyredilmiş bir cinayetten; ama daha da acıklısı “ortak seyredilen” cinayet ve soykırımdan bahsediyoruz.
Bu yüzden, tuğla çekmemek en iyisidir. Kutsal biçimde korunan çok sayıda tuğla arasında örneğin sadece makbul tarihçilere –onlara da sınırlı biçimde- açık olan Genelkurmay arşivleri ya da kuşkusuz en çok Ermenilerden, Rumlardan ve Yahudilerden kalan “emval-i metruke” adı altındaki malların üzerine hangi güç ve iktidar sahiplerinin oturduğunu saklayıp, kimseye geçit vermeyen Tapu Kadastro arşivlerindeki en ufak şeffaflaşma, benzeri görülmemiş bir resmi ideolojik çöküntüye sebep olabilir.
Bu yüzden, bugünlerde de devletimizin iç ve dış çeperlerine yapışmış “paralel cemaatler” herkesin bildiği sırrı korumaya çabalıyorlar. AİHM’deki davada, “Türk heyeti” olarak Cuma günlerinin Bakara uzmanı, yolsuzluklardan çok aklanmış Bağış ve devletin muhalefet görevlisi Baykal gibi efendiler Perinçek’in yanında saf tutuyorlar.
“Milli” ve de “ahlâk fakiri” bir savunma için...
Ancak herkesin bildiği sırrı derin devlet saklamaya çalışırken, derin Anadolu fısıldayıp duruyor. En beklenmedik yerlerde, Erzurum’da, Kars’ta “Ermenilerin yaptığı mezalim”e dair hafızalar konuşurken bile sır sızıyor.
TESEV için yaptığımız ve 2007’de yayınlanan Türkiye’de milliyetçilik üzerine bir araştırma (Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler)) için Erzurum’da konuştuğumuz yaşlıca bir adama “1915’te buralarda ne olmuş, neler biliyorsunuz?” diye sorduğumda, çok ilginç bir şekilde bana anlattığı olayları “1917”den başlatmıştı!
“Rus zulüm etmemiş Erzurum’da. İşgal etmiş, zulüm etmemiş. Yalnız Rus’un kendi içinde inkılap olmuş ya. Çekilmiş Rus kendiliğinden. Çekilirken silahlarını Ermenilere vermişler. Demişler ‘siz bu silahları alın, Türklerden yerinizi, öcünüzü alın.’”
Yani 1917’de gerçekleşen Bolşevik devrimine uzanan kolektif hafıza daha öncesine gidemiyordu; daha önce olanları bölge halkı hafızadan silmiş, ancak 1917 sonrasında Ermeni çetecilerin yaptığı bütün katliamlar bütün ayrıntıları ile nesilden nesile aktarılıyordu. Oradaki kolektif hafızanın çalışmasında “Ermeniler hangi olayın öcünü alacaklardı?” sorusu devreye giremiyordu.
1917 öncesinde olanlar yani Ermenilerin uğradığı katliamların –bugünün “düzen”i için- unutulması gerekiyordu ve öyle oldu.
Erzurum çevresinde Ermeni çetelerin uyguladıkları vahşet o bölgede 1915’i unutturmuştu belki ama vatan topraklarının geri kalan bölgelerinde, yani Ermenilerin silah sıktıklarına dair tek bir emarenin bulunmadığı diğer bölgelerde ise “soykırım”, bazen gayet sinik, bazen acı, bazen pişmanlıkla olsa da; bazen “iyi olmuş” dense de, hatırlanıyor!
Devletimiz ve devletimizin bütün uzantılarının faaliyetlerine rağmen, sır sürekli delikler bulup, dışarı sızıyor...
Ferhat Kentel
(BasNews)