“Evet” ya da “Hayır”ı konuşmak

31.01.2017 - 09:47
Ferhat Kentel
Haberi paylaş

Öyle görünüyor ki, başkanlık için referanduma doğru hızla gidiyoruz. Yavaş yavaş kampanyalar şekillenmeye başlıyor. Medya dumura uğradığı için, herkesin sesi eşit olarak duyulmuyor ama “evet” diyenlerin, “hayır” diyenlerin, ne diyeceğini bilemeyenlerin, “reisini sevdiği için evet” ya da “diktatörden nefret ettiği için hayır” diyeceklerin olduğunu biliyoruz.

Benim bu tartışmalarda en çok dikkatimi çeken iki mesele şunlar: Başkanlık için çabalayanlar en çok “istikrar” argümanının dile getiriyorlar... Diğeri ise “güç” ve gücün temerküzü... Bunlar gerçekten üzerinde durulması gereken bir konu...

Naçizane bu konudaki görüşlerim ise şöyle...

Bir iktidar kavramı olarak kutsal “istikrar”

Tek kişi ile istikrarın mümkün olmadığını düşünüyorum. Koskoca bir memleketin bir kişiye bırakılmış yönetimini tek bacaklı bir masaya benzetiyorum. Çünkü kırıldığı anda o masayı ayakta tutacak hiçbir güç kalmaz. Ya da masanın bir tarafına aşırı yük bindiği zaman, masa kolaylıkla devrilir. Sürekli olarak istikrar için getirilen “az parti”, “iki partili yapı” önerileri için benzer bir metafor kullanabiliriz. Sosyolojide grupları analiz ederken, iki kişiden oluşan grupların çürük oldukları bilinir. Çünkü iki kişiden biri gruptan koptuğu zaman, aslında grup kalmaz. Yani iki bacaklı masa da çok farklı değildir. Masanın öteki bacağını desteklemeyen bir bacak aslında masanın ayakta durmasına değil, durmamasına sebep olur.

Yani herkesin oylarını alamamış; ikiye bölünmüş bir toplumda sadece bir yarımın başkanı olarak ve bu toplumu “tek kişi” olarak yönetmeyi “istikrar” kelimesiyle yan yana getirmek pek mümkün değildir.

Kaldı ki, geçmişten gelen tecrübelerimiz de bu konuda pek olumlu işaretler taşımıyorlar. İstikrar adına yapılmış her şey bizim memlekette tam anlamıyla istikrarsızlığa yol açtı. Bunun en mükemmel örneği 12 Eylül rejimi ve anayasasıdır. Kenan Evren’in tek başına yapıp ettiklerini bırakın temizlemeyi, daha önceki yaralara eklenen, katmerlenmiş iltihaplarla birlikte hâlâ ceremesini çekiyoruz.

12 Eylül’den bu yana her şey istikrar adına yapıldı. Deli gömleğinden başka bir şey olmayan ve istikrar diye bağıran bir anayasa ve kısıtlı siyasal sistem yüzünden, 28 Şubat’ları, bitmez tükenmez ve kangren haline gelmiş etnik ve dinsel sorunları, Kürd Meselesi’ni, şiddeti ve terörü yaşadık. Yaşadığımız her sosyal olay krize dönüştü. 1 Mayıs’lar, Gezi olayları siyaseten aşılabilecekken düşmanlıktan başka bir şey üretemedi. Bu “istikrarlı” ortamda, birileri 15 Temmuz’da tankları halkın üzerine sürdü.      

Dolayısıyla şu basit soruyu soralım kendimize... Bütün bunları “istikrarı” yüceleştiren bir siyasal sistem altında yaşadık... Acaba bütün bu olaylar tam da “istikrar” adı altına topluma dayatılan deli gömlekleri yüzünden olmuş olmasın?

Barajlarla, azaltılmış partilerle, teke indirilmiş adamlarla sağlanacağı varsayılan istikrar, sadece kolayca sağlanacak bir yönetimin, mutlak olarak sağlanacak bir devletin iktidarının ideolojik örtüsünden, cilasından ya da kulpundan başka bir şey olmasın?

Evet, bana göre bu istikrar söylemi, devlet ve toplum arasında zaten alabildiğine dengesiz olan bir ilişkide, dengenin bir kere daha devletten yana kaydırılmasının cilasından başka bir anlam taşımıyor. Her dönemin darbecilerinin, bozulan istikrarı geri getirmek üzere darbe yaptıklarını iddia ettiklerinde olduğu gibi...

Aslına bakarsanız, bir toplumun iki partiyle, akabinde de tek bir adamla temsil edilebileceğini düşünmek insan aklına, duygularına, seçeneklerine, düşüncelerine hakaretten başka bir şey değil... Her insan tekinin biricik olduğu bir dünyada, bütün farklı duygularımızın, taleplerimizin temsil edileceğini düşünmek tabii ki mümkün değil. Ancak bu çeşitliliğin olabildiğince korunması halinde, her zaman yeni bir şeyler söyleyebilecek insanların konuşabilmesinin asgari yolu olabilecek olan çok partili, çok örgütlü, çok temsilcili bir siyaset yapısının ne kadar çok yeni fikirler ve çözümler getirebileceğini hayal edebiliriz mesela...

Çokluğu korumak ve ciddiye almak, “Fırat kenarındaki kuzuyu görmek” gibi ya da İslami hareketimizin yükseliş döneminde sık sık dile getirdiğimiz “biz batı demokrasilerindeki gibi yüzde 51’lik çoğunluğu değil, yüzde 1’i bile hesaba katmalıyız” bir şeydir...

Bir günah keçisi olarak “koalisyon”

Tabii ki, bu farklı görüşlerin ve siyasi yapıların da tek başına yönetmeleri, bütün çeşitliliğin adına konuşmaları mümkün değil. Bu yüzden bu durumdaki çare ise “koalisyon”...

Farkındayım, koalisyon deyince, istikrarcı Türk siyaseti şeytan görmüşe dönüyor... “İstikrar” gibi kutsallaştırılmış bir lâfın tersine, “koalisyon” da günah keçisine çevrilmiş bir lâf... Birbirleriyle konuşmayı beceremeyen insanların koalisyon yapmaları tabii ki beklenemez. Ama bunu başta veri olarak kabul etmek zaten, “birlik beraberlik, bölünmezlik” lâflarının da aslında ne kadar yapmacık olduğunu ve zaten hiçbir zaman bir araya gelemeyeceğimizi peşinen kabul etmekten başka bir anlama gelmiyor.

Oysa koalisyonlu ya da koalisyonsuz bir siyasal kültür baştan olmuş ve katılaşmış bir kültür değildir. En genel kültürel yapılar gibi siyasal kültür de dinamik süreçler içerir; ne yaparsanız, o “siyasal kültür” olur. Yani eğer siz başkalarını dinlemek üzere yola çıkarsanız, başkalarının da sizi dinlemeleri için kapı açmış olursunuz.

Bunun için de övünmekten çok hoşlandığımız bu toprakların kültürüne biraz olsun bakmak belki fayda sağlayabilir. Mesela başkalarıyla biraz olsun muhabbet etsek; başkalarına biraz olsun muhabbet göstersek... Ve bunu önce başkasından beklemesek... Belki koalisyonlar sayesinde birbirimizle daha çok tanışma, anlama ve tanıma süreçleri de geliştirebiliriz...

Tabii, her şeye, her güce tek başına sahip olmak istemiyorsak... Derdimiz gerçekten vatana, millete faydalı olmak ise...

“Güçlü” ama kim?

Dolayısıyla ikinci meseleye, “güce” geliyoruz...

“Güç” meselesi başkanlık tartışmalarında bazen doğrudan bazen dolaylı olarak dile getiriliyor. Ama daha ziyade başkanlık sisteminin “güçlü yürütme”, “güçlü devlet” getireceği söylemleri altında...

Bana göre buradaki önemli mesele şu: Şimdiki haliyle, başkanlık tartışmalarında aslında toplumun merkezinin ne tarafa kaydığını gözden kaçırıyoruz. Bütün toplumsal tartışma toplumun tepesine doğru kayıyor. Çünkü başkanlık, sıradan insanları ve onların sıradan dertleri üzerine konuşmak yerine, “yüce devletin” öne çıktığı, devlet ve etrafında koskoca toplum adına konuşmayı getiren bir sistem... Sıradan meseleleri, “basit” meseleleri konuşanları devreden çıkaran bir sistem... Yani aslında bu sistem gücü yukarıda topluyor ve başkanla birlikte, başkanın etrafındaki zümreyi güçlendiriyor.  “Başkan ve adamları”, “Başkan ve onun halkı” şeklinde ikili yapılar ortaya çıkıyor...

Ya da başkanlığın radikalleştiği durumlarda, bu iki uç füzyon oluyor, özdeşleşiyor ve totaliter bütünlüklerin kurulmasına yol açıyor. Her halükârda bu iki uç arasındaki katmanlar, mekanizmalar neredeyse yok oluyor; seçimler sonrasında seçmeni silip, tepede devletle özdeşleşmiş bir kişiyi bırakan bir yapı ortaya çıkıyor.

Yani aslında “insanı yaşat ki devlet yaşasın” yerine sadece “devleti yaşat” kelimelerinde kalan ve insanlar hakkında herhangi bir önermesi olmayan bir sistem hakkında konuşuyoruz...

Nasıl konuşacağız?

Son olarak, başkanlık meselesinin belki kendisinden bile daha önemli bir mesele daha var. Bugün ne yazık ki, geçmişte yüzlerce örneğini gördüğümüz bir duruma gene geldik.

Gene “siyah” ve “beyaz” gibi netleşmiş iki kutup arasında bir seçim yapacağız. Başkanlığa “evet” mi, yoksa “hayır” demenin mi daha doğru olduğunu bile tam olarak bilemeden, birçoğumuz, bir takım insanları sevip sevmediğimize göre karar vermeye çalışacağız.   

Dolayısıyla, hiç olmazsa artık şu meseleyi doğru dürüst tartışabilsek keşke... Hamaset falan yapmadan... Hukukçusuyla, siyaset bilimcisiyle, sosyal bilimcisiyle, sivil toplumcusuyla, toplumun her kesiminden insanların özgürce tartışabildiği bir ortam yaratarak... İki tane kelimeye hapsolmadan... Aradaki ton farklarını, nüansları falan birbirimize anlatabilsek...

Sonuç olarak, referandumun sonucu ne olursa olsun; başkanlık ya da değil; bu memlekette bir arada yaşamaya devam edeceğiz ve elde edeceğimiz sonuçtan öte, o sonuçtan daha da önemlisi bu yolu nasıl kat ettiğimiz, birbirimizle nasıl konuştuğumuz çok daha önemli olacak...

Ferhat Kentel

[email protected]

(IMP News)

Bültene kayıt ol