Bombaların yok edemediğini bulmak

18.12.2016 - 09:00
Ferhat Kentel
Haberi paylaş

2015’te 7 Haziran seçimlerinin hemen öncesinde Diyarbakır’da başladı bombalar.

O zamandan bu yana memleketin dört bir yanında onlarca bomba patlatıldı; yüzlerce insan bu terörist eylemlerde canını verdi. Kendilerini bilmem hangi kutsal davaya adadığını düşünen yaratıklar, kendileriyle birlikte masum insanları havaya uçururken, arkalarındaki örgütlerin soğuk açıklamaları eşliğinde cinayetleri sahiplendiğini duyduk. Bu terör eylemlerinin bir kısmını PKK’nin, TAK’ın, bir kısmını IŞİD’in (ya da bunların türevlerinin) yaptığını öğrendik.

Bir başka kısmını ise hiçbir zaman tam olarak öğrenemedik. Muhtemelen yıllarca da öğrenemeyeceğiz. Bu terör eylemlerinin hangi derin ilişkilerde tezgahlandığını, kimin hesabı olduğunu, kimin hesabının dolaylı hesabı olduğunu, kimin başka birileri adına yaptığını, kimin kime yaptırdığını, kimin falanca adına ve falanca hedefe yönelik yapıyormuş gibi görünürken, aslında kendisinin bile bilmediği başkaları adına yaptığını falan da öğrenemeyeceğiz. En azından kısa vadede...

Haziran 2015 seçimlerinden bu yana, aslında topu topu bir buçuk yıldır dehşeti yaşıyoruz ve sanki onlarca yıl yaşamış gibi ihtiyarladık. Katil örgütler, katil insanlar, katil karanlık örgütler bu bir buçuk seneye, bombalarla katledilmiş insanlar, yerle bir olmuş şehirler, kanlı bir darbe teşebbüsü sığdırdılar.

O zamandan bu yana dehşet bir sarmal içindeyiz. Bombalar patlıyor ve Türkiye daha da içine kapanıyor. Bombalar patlıyor ve Türkiye daha da bölünüyor. Bombalar patlıyor ve bu toprakların bir kısım insanları başka insanlardan daha çok nefret ediyor.

Nasıl çıkacağız bu sarmaldan? Herkesin “bizi birbirimize düşürmeye çalışan iç savaş heveslilerinden” şikayet ettiği, ama gene neredeyse herkesin “iç savaş” heveslilerinin ekmeğine yağ sürdüğü bir ortamda nasıl olup da konuşacağız?

Birileri Dolmabahçe’de 40 tane insanı gözlerini kırpmadan öldürdükten sonra, nefret kısır döngüsünden nasıl çıkacağız?

Böylesine bölünmüş, totaliterleşmiş ve anaforun içine çekilmiş zamanlarda, yaşananları sorunsallaştırarak edilecek her lâf, yazılacak her kelime, ateşe körük basmaya çalışanlar ve bunu “iş” edinmiş olanlar tarafından, mükemmel bir malzeme fırsatı olarak araçsallaşabilir.

Toplumu belli ki germeye, belli ki birbirlerine düşürmeye çalışanların hesapları karşısında devletin kumandalarına hakim olanların, o kumandalara sonsuz uyum sağlayan kamuoyu organlarının, medyanın ne yaptıkları sorgulanabilir mesela... Ama belli ki bunu yapmak artık çok da mümkün değil...

Suriye’deki korkunç savaş bağlamında, Rusya, ABD ve hatta bizzat Suriye ile ilişkilerde, Filistin ve Gazze (mesela Mavi Marmara) bağlamında İsrail ile ilişkilerde ne ölçüde etik, ilkeli ve açık olunduğu da sorgulanabilir. Ama bu da çok mümkün değil; çünkü her şeyin üstünü örten, hikmetinden sual olunamayan, bir “devlet aklı” ve “milli çıkarlar” var... Ancak sürekli değişen ve bazen İsrail ya da Rusya’yı “düşman” ilân eden, daha sonra bunları “çok kıymetli dost” olarak ilân eden “milli çıkarların”, “ihanet” tanımını kaygan bir zemin üzerinde sürekli değiştirdiği ve dolayısıyla ister istemez birilerini “hain” konumuna düşürdüğü düşünülürse, konuşmak çok kolay değil... Gözünün üzerinde kaşın var misali...

Bugün belli konular üzerinde konuşmak çok zor... Dün başka konular üzerinde konuşmak çok zordu... Ama ara sıra en yetkili ağızlar tarafından Dersimlilerden de özür dilense, analar ağlamasın dense de ya da geçmişimizle yüzleşelim dense de; her halükârda bu memlekette kutsallık inşâ edici söylemler her zaman çalışır. Bu kutsallıklar bazen solcu, bazen sağcı, bazen İslamcı, bazen Türkçü, bazen de Kürdçü, bazen Kemalist veçhelere bürünür ve taşıyıcıların hemen hepsi benzer saldırgan dillerle konuşur...

Solcu kutsalları olan biri, bir solcunun “Müslüman olabilmesini”; Kürdçülük kimliğini kutsallaştıran biri, Kürd Meselesi’nde hassas olan birisinin “PKK’li olmamasını”; İslamcı kutsallığını taşıyan biri, bir Müslüman’ın “AKP’ye oy vermemesini” kabul edemez mesela... Bu türden kutsallıklarla var olabilenler için asla ve asla “hem o hem o” durumları, bağlaç halleri, gerçekliğin karmaşıklığı gibi mülâhazalar söz konusu bile olamaz.

Bu yüzden, bu memlekette adalet bir türlü tecelli etmez; adaletsizliğin tortuları sürekli olarak birikir. Sonuçta, toplum olarak geldiğimiz yer, milyonlarca insanın kendini hep sonsuz derecede haklı, diğerlerini de hep sonsuz derecede haksız gördüğü bir haldir.

Ve işin acıklı tarafı, bütün bu milyonların hepsinin sonsuz derecede hem “haklı” hem de “haksız” olduğudur.

Bu yüzden kimliklerimizi, “ideoloji”, “ahlâk” diye benimsediğimiz kıstasları sınırsız bir sorgulamaya ihtiyacımız var...

Başkasını boş verelim. Nasıl olsa, “onlar hep haksız!”

İlk önce kendimizden, daha çok değdiğimiz cenahlardan başlayarak...

Bakalım, ne kadar haklıyız, ne kadar masumuz?

Belki bu vesileyle içimizde başkalarına dair muhabbet potansiyeline dair bir iki kırıntı bulabilir ve bombalara, bombalarla terör mühendisliği yapanlara inat bu memlekette birlikte yaşamanın yollarını arayabiliriz.

Bu vesileyle yeniden merhaba dediğim bu köşede, önümüzdeki hafta bunu yapmaya çalışacağım.

Ferhat Kentel

[email protected]

(IMP News, 12.12.2016)

Bültene kayıt ol