Farklı versiyonlarına farklı ülkelerde rastladığımız, ama sonuç olarak diğerleriyle aynı hesaba dahil olabilecek bir süreç yaşıyoruz.
Diğerleri; yani Stalin’in Sovyetler Birliği, Enver Hoca’nın Arnavutluk’u, McCarthy’nin ABD’si, tek partinin Türkiye’si, Orwell’in 1984’ü... Hepsi üç aşağı beş yukarı aynı argümanları kullanıyordu; “vatan tehlikede, aramızda hainler var”, “hakikat budur” diyerek. Belki hepsi haklıydı, hepsinin haklı korkuları vardı belki... Ama en nihayetinde hepsi aynı yolu izlediler..
Ve her birinde, gerçekten “hain” olanların tutuklanıp tutuklanmadığı önemli değildi; söz konusu memleketlerin soldan sağa, aşağıdan yukarı bütün köşe bucağı “cadı avı” sahnesiydi.
“Cadı avı”... Yani insanları “komünist”, “batının ajanı”, “emperyalizmin 5. kolu”, “halk düşmanı” ya da başka bir şey; ne olduğu hiç önemli olmayan tarif ve tasniflerle, bazen kişisel husumetleri devreye sokarak, bazen kendini kamufle etmek için, bazen para ve güç devşirmek, yükselmek ve o kutsal yükseklikte iktidar dairesinin içine girmek için başkalarının bedenlerini kurban etme operasyonu...
Mesela FETÖ damgalı bir okulun “kiraladığı” bina mühürleniyor. Mal sahibi kendi binasını kullanamıyor.
Yüzlerce kişinin çalıştığı fabrika, patronuna yapıştırılan aynı damgadan ötürü kapatılıyor. Çalışan bütün insanlar kapıya konuyor. Söz konusu damgayla alâkası olmayan ama o fabrikayla hammadde ya da ara mamul bazında çalışan onlarca başka işyerinin işleri durma noktasına geliyor.
Türkiye Cumhuriyeti’ni, vatandaşı inşa etmek için en çok lâfı edilen eğitimi gerçekten ciddiye alan, Roman çocukların okuması için, sivil girişimlere her türlü desteği veren Osman Tunç gibi kaymakamlar da aynı “damga”dan içerideler.
Düne kadar askeri vesayeti geriletme ve bugünkü sivil iktidarımızın önünü açma mücadelesinde hayranlıkların ifade edildiği Ahmet Altan gibi gazeteciler hâlâ içeride... Sahibinin sesi gibi davranan cemaatçi kanallardan farklı olarak, alternatif bir yorum duyabilme imkanı bulduğumuz İMC gibi televizyonların kapısında mühür var. Ömer Faruk Gergerlioğlu gibi demokrat insanlar yaptıkları hak, adalet, kardeşlik, barış çağrıları sonunda valilik kararıyla memuriyetten açığa alınıyorlar.
İnsanların iş arkadaşları işten atılıyor; aynı işyerinde onları yıllardır tanıyan insanlar ağızlarını açıp, tek laf edemiyorlar, “Ya biz de aynı damgayı yersek?” korkusuyla...
Ancak, özel alanlarda konuşabilen fertlerin toplumu... Travmatik geçmişine yeni travmalar ekleyen bir toplum...
Tek millet, tek devlet, tek dil vs. diye diye sonunda “tek ses Türkiye” olduk... Bütün TV kanallarından aynı öfkeli, “öğretici”, kibirli seslerin yükseldiği bir “dez-enformasyon” toplumu...
“Tek ses”; ama sokaklarda, otobüslerde, trafikte birbirine giren, kendine güvensiz, başkalarına hiç güvenmeyen sinirli, gergin, öfke içinde insanlar...
“Cadı avı” içinde, “kurunun yanında yanan yaşlar ancak istisnadır” denilerek feda edilen binlerce yaş insanın içinde onlarcası, devlet memurları, bürokratlar, polisler, savcılar, öğretmenler hayatları boyunca çıkaramayacakları bir “damga”yla meslekten atıldıkları için hayatlarına son verdiler.
Boğaza nazır yalılarında, paraya para demeyen, sağa sola ayar veren tetikçiler,taşların bağlı olduğu köydeki rahatlıkla, birilerinin defterini dürüyorlar...
Bu anlaşılabilir bir durum...
Sonsuz bir güce sahip olmak için ruhlarını şeytana satarak Faust’a benzeyenlerin “izan” gibi bu toprakların çok anlamlı bir kelimesiyle alâkaları zaten hiç olmadı.
Ama insan sormadan edemiyor; yukarıda bir yerlerde sosyologlar, siyaset bilimciler falan olması lazım değil mi? Acaba onlar hiç bakmıyorlar mı Olimpos’tan aşağı? Ya da birbirlerine açık vermekten korktukları için mi “Bu toplumun hali kötü arkadaşlar, biraz abarttık galiba” diyemiyorlar?
Sonra şu soru da akla geliyor:
Hani darbe başarısız olmuştu?
Peki başarısız ise, bütün bu olup bitenler ne ola?
Ferhat Kentel
(Bas Haber)