"Mülteciler başımızın tacıdır" diyenlere, kendisini solcu zanneden bazı örgüt, kurum ve kişilerin Avrupa’daki neonazilerin argümanlarıyla yanıt vermesi veya halkların kardeşliğinden yana olduğunu bildiğimiz kişilerin bile Suriyeliler konusundaki ilk reflekslerinde çuvallaması, tartışmamız gereken çok şey olduğunu gösteriyor.
Muhalefet saflarında bu tartışmanın iç içe geçmiş iki boyutu var. Birincisi Suriyelilerin vatandaşlık hakkı elde etmesi ihtimaline tepki gösterenlerin ırkçı olması. Solda ırkçılığın ne olduğu konusunda en ufak bir teorik-politik yaklaşıma sahip olunmaması ve bunun dert edinilmemesi. Solda ırkçılığın bu kadar ayan beyan yapılabiliyor olmasını sağlayan şeyse meselenin ikinci boyutu. AKP iktidara geldiği günden bu yana sol içerisinde, sınıf siyaseti yerine kültürel kutuplaşmanın üzerinden muhalefet inşa eden bir eğilim var. Reformlar için mücadele etmenin ve talepleri kazanmanın işçi sınıfını güçlendireceğini düşünmek yerine, ‘bu iş AKP’ye yarar mı-yaramaz mı’ sorusunu merkeze alarak inşa edilen siyasetin varacağı yer bugün gördüğümüz ırkçı hezeyanın payandası olmaktır.
Yaşam tarzı muhalefeti
Son 10 yılda Ermeni soykırımı, LGBTİ+ hakları ve Suriye devrimi gibi konularda ‘solda’ sınıf perspektifinden yoksun ve rezil ama çıkarcılığıyla ekstra bonus toplayan birçok tutum gördük. Ermeni soykırımının tanınması için mücadele edenlere ‘kimlik politikası takıntılı diaspora uşakları’ diyenler, soykırım konusunda ‘alman emperyalizmi’ dışında iki çift laf edemeyenler, LGBTİ+ meselesine ‘burjuva toplumunun yozlaşmışlığı’ diyenler, Suriye devriminde halkın demokrasi taleplerine ve rejimin baskısına gözlerini kapatıp sadece ‘cihatçılık’ görüp, Antakya’da kamplar kapatılıp Suriyeliler geri yollansın diye Esad posterleriyle eylem yapanlar; AKP’ye ‘yaramayacağını’ düşündükleri bazı durumda konjonktürel olarak bu tutumlarını değiştirdiler. Ancak dünya siyaseti hakiki fikirlerinizi uzun süreli kamufle etmenize fırsat tanımayacak ve hızla pullarınızı dökecek kadar dinamik gelişiyor. Soykırımın tanınması mücadelesi tartışmasız bir meşruiyet kazandığı noktada, meseleyi talebi gerçekten kazanmanın önemli olmasıyla değil de AKP’ye ‘vurmanın’ bir vesilesi olarak ‘sahiplenenler’ ancak Almanya’nın soykırım yasasına kadar idare edebildiler, Gezi’den sonra LGBTİ+mücadelesini keşfedenlerin homofobiye tepkisi Orlando katliamında ‘gericilik’ten başka bir şey göremeyişlerine kadar sürdü. Suriyeli göçmenler meselesinde de AKP sınırları açınca ‘kapa’, kapatınca ‘aç’ diyecek kadar tutarlı olabildiler. Önce kamplar kapatılsın diyenlerin AKP’nin Suriye politikasındaki değişikliğinin ardından Ege’de batan tekneleri manşetlere taşıması da ancak bu son tartışmaya kadar sürebildi. Neoliberalizme karşı sınıf siyasetini bırakıp hassas ‘yaşam tarzlarının’ peşine düşmenin sonucu her keskin politik dönemeçte böyle çuvallamaktır ne yazık ki.
Son günlerdeki histerik ırkçılık önemli bir şeyi daha gösterdi, ırkçılığa karşı çıkanlar çok güçlü. Neonazi argümanlara geçit vermeye niyeti olmayan ve Suriyeli göçmenlerin özgürlüğüyle kendi özgürlüğü arasında doğrudan bağlantı kuran çok sayıda aktivist var. Bu gücün örgütlü ırkçılar karşısındaki dağınık güçlerini birleştirmesi gerekli.
Yunanistan’dan dersler
Geçen yaz, ölüm denizinden hayatta kalmayı başaran on binlerce Suriyelinin gittiği Yunanistan bu açıdan önemli bir deneyim. Ekonomik krizden en fazla etkilenen, işsizliğin, maaşlardan ve kamusal haklardan kesintilerin tavan yaptığı Yunanistan’da, ‘biz krizdeyiz bir de Suriyelilere mi bakacağız’ diye ırkçı fikirlere sahip olanlar da var elbette. Bütün Yunanistan halkı Suriyeli bebekleri emziren babannelerden oluşmuyor.
Ancak kısa süre öncesine kadar Nazi partisi Altın Şafak’ın yükselişe geçtiği, parlamentoda kendine yer bulabildiği, mahallelerde tugaylar oluşturup Pakistanlılara saldırdığı, cinayetler işlediği Yunanistan’da, özellikle geçen yaz yoğunlaşan göç dalgası karşısında hakim olan siyaset ırkçılık değil ‘mülteciler hoşgeldiniz’ hareketi oldu. Bir yandan ‘ırkçılığa ve faşist tehdite karşı’ yıllardır örgütlenen ve sürekliliği olan, göçmenlere yönelik irili ufaklı her saldırıda sokağa çıkan ısrarlı bir kampanyanın var olması, diğer yandan işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin kuvveti bugün Suriyelilerle omuz omuza bir dayanışmanın kurulabiliyor olmasında en önemli etkenler. Bizim için de ders niteliğinde.
Suriyelilerle dayanışmak ve ırkçılığı yenmek için temel haklar konusundaki taleplerle yürütülecek siyasi kampanyaların yanı sıra gündelik hayattaki pratik dayanışmayı örmek de bir o kadar gerekli. Gündelik hayattaki dayanışmanın ‘hayırsever yardım’ faaliyetlerinden veya bireysel çabalardan bambaşka bir şey olduğunu yine Yunanistan’dan öğrenmek mümkün. Yasal olarak temel haklardan yoksun Suriyelilerin bu haklardan faydalanabilmesini ‘pratikte’ sağlayan şey işçi sınıfının çoğunluğunun örgütlü olması, mücadelesinin güçlü olması ve sendikalı işçilerin kararlılığı. Suriyelilerin sağlık hizmeti alma hakkı yok ancak sendikalı doktorlar çalıştıkları hastanelerde inisiyatif alıp göçmenlerin bu hizmeti almasını sağlıyor. Eğitim hakkından yoksun binlerce çocuk için, sendikalı öğretmenler önümüzdeki dönemden itibaren ders vermeye hazırlanıyor. Bu tip örnekleri çoğaltmak mümkün.
Türkiye’de hükümetin Suriye politikasını elbette eleştirmeliyiz. Suriyelileri AB karşısında pazarlık nesnesi olarak gören, alçakça bir geri gönderme anlaşmasına imza atan hükümetin bir anda ‘göçmen dostu’ olmadığı elbette malum. Ancak hükümetin politikalarını eleştirirken ‘at izini it izine karıştırmamak’ gerekiyor. Hükümetin mülteci hakları konusunda iki yüzlü davrandığını göstermenin yolu ‘vatandaşlığa hayır’ demek değil gerçek dayanışmayı örmektir. Tıpkı Yunanistan’da olduğu gibi. Ezilenlerin çıkarları için talep ettiklerimizi savunma biçimimiz hükümetlerin tutumuna bağlı olamaz. Erdoğan’ın siyasi manevralarına endeksli bir muhalefet inşa edilemez. ‘Erdoğan’ın işine yarar mı- yaramaz mı’ hesabı yapılıp salt AKP karşıtlığından ırkçılığa taviz verilemez. Irkçılığın şakası olmaz. Verilen her taviz ırkçılığı yeniden üretir ve bir bakarsınız ki linçe giden sopalara ham madde olmuşsunuz.
Yunanistan’daki kamplarda zor koşullarda, akreplerle yaşamak zorunda kalan Suriyelilerin çoğu ‘sonsuza kadar böyle yaşarız gene de Türkiye’ye dönmeyiz’ diyor. Türkiye Suriyeliler için zaten bir cehennem. Emin olalım Suriyeliler için cehennem olan bir yerde, apar topar kaçmak istedikleri bir ülkede hiçbirimiz özgür ve huzurlu olamayız.
Türkiye’de ırkçı dalgaya karşı çıkan ve hiç de azımsanmayacak çapta olan güçleri birleştirecek, aynı zamanda da işçi sınıfının örgütlü kesimlerini harekete geçirecek bir mücadeleyi inşa etmek için kolları sıvamaya ihtiyacımız var. Irkçılığın panzehiri bizim mücadelemiz.
Meltem Oral