Mutlu göç yoktur

12.07.2016 - 13:42
Roni Margulies
Haberi paylaş

Bu yazıyı Türkiye’deki Suriyeli göçmenler hakkında değil, Avrupa ülkelerindeki göçmenleri düşünerek yazmıştım. Onlar hakkında Avrupa hükümetlerinin ve beyaz ırkçıların söylediklerinin bire bir aynıları bugün Türkiye’de Suriyeliler hakkında söyleniyor. Söyleyenlerin akrabaları, köylüleri, hemşerileri bir kuşak önce Almanya’ya gittiğinde neler yaşamışsa, aynısı ve belki de daha kötüsü bugün burada Suriyelilere yaşatılıyor. Avrupa’da göçmenlerin ve özellikle Müslüman göçmenlerin haklarını savunmak çok uzun zamandır, ta 19. yüzyıldan beri, sosyalist olmanın, insan olmanın temel kıstaslarından biri. Bugün Türkiye’de de öyle...


Kalktı göç eyledi Avşar illeri
Ağır ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eder ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir

İngiltere’nin Dover limanında 2000 Haziran’ında gümrük memurları Manş denizini o sabah geçmiş olan bir kamyonun arka kapısını açtıklarında 58 Çinli ile karşılaştılar. Binlerce kilo domates arasında 58 ceset! Elli dört erkek, dört kadın. O yaz İngiltere’de havalar tüm rekorları kıracak ölçüde sıcaktı, o gün ısı 31 dereceyi bulmuştu. Kamyonun havalandırma sistemi kapalıydı. İngiltere’ye kaçak girmeye çalışan elli sekiz Çinli sıcaktan ve havasızlıktan, yavaş yavaş, boğularak ölmüştü. Tüm Asya kıtasını, sonra da tüm Avrupa kıtasını bir uçtan bir uca aşıp gelmek ve nihayet İngiltere topraklarında ama o toprakları göremeden ölmek! Ölüyor olduğunu bile bile, ama bu kadar yol almış ve ucuna gelmişken yakalanmamak için ses çıkarmadan, şoför mahallini yumruklamadan, kamyonun duvarlarını tekmelemeden ölmek!

Aynı yıl, çeşitli taşıt araçlarının çeşitli yerlerine saklanarak İngiltere’ye giren “yasadışı göçmen” sayısının 21 bin olduğu tahmin ediliyordu. Domates kamyonuna saklanan 58 Çinli gibi İngiltere’ye ulaştığında ölmüş olduğu için bu rakama dahil olamayan bir göçmen özellikle kalmış aklımda. Afrikalı olduğunu ve bir uçağın tekerleklerine tutunup gelmiş olduğunu hatırlıyorum Londra’ya. Nereliydi, kimdi, kaçıyor muydu, kovulmuş muydu, karnını doyurabileceği bir ülke mi arıyordu, hatırlamıyorum, ama uçak 10 bin feet’e çıkıp kim bilir kaç saat sonra Heathrow hava meydanına indiğinde adamı donmuş ve tekerleklerin metal aksamıyla tamamen yekvücut olmuş bir halde buldular.

Dünyada bir ülkeden diğerine göçlerin ezici çoğunluğu yoksulların göçü. Geçim derdi, biraz daha az zor bir yaşam özlemiyle göçer göç edenlerin hemen hepsi. Bir kısmı belki başka hayaller de besler. Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere ve Amerika’nın daha adil, daha insancıl, ezilenleri daha az ezen ülkeler olduğunu düşünürler. Irkçılığı akıllarına bile getirmemişlerdir. Ve zaten hayallerinin hayal olduğunu bilseler de, ırkçılığı duymuş olsalar da, göçeceklerdir yine, çünkü Batı’da karşılaşacakları hiçbir şey açlık kadar, işsizlik kadar, umutsuzluk kadar kötü olamaz. Ve dünyanın çok büyük bölümlerinde çok büyük kalabalıklar aç, işsiz ve umutsuz.

Uluslararası yardım kuruluşları 2000 yılında dünyada 150 milyon kişinin doğduğu ülkenin dışında yaşadığını tahmin ediyordu. Gerçek rakam bunun çok üstünde olsa gerek. Hiç kimsenin “Ben burada açım, şansımı denemeye gidiyorum” veya “Bana burada eziyet ediyorlar, ben gidiyorum” diye başvurup adını istatistiklere dahil ettiği bir merci yok çünkü.

Yaşarken şad olamadık...

Göçenler göçtükleri ülkelerde en berbat işlerde, her an defedilme korkusuyla, yalnız, bilgisiz ve örgütsüz, en kötü koşullarda sonsuz saatlerce çalışır; polis, içişleri bakanlığı, avukatlar, göçmenlik daireleri ile cebelleşir. Dil bilmedikleri, kendilerini ifade edemedikleri ve farklı görünüp farklı yaşadıkları için hayvan muamelesi görürler. Kendilerini hemen tümüyle dışlayan, anlamadıkları, anlaşılmadıkları bir toplumun ucuz emekçileri olarak, o toplumun sadece fabrikalarını, metrolarını, fakir mahallelerinin ara sokaklarını tanırlar; nesnel, kültürel, zihinsel, her anlamda toplumun dışında, kıyısında köşesinde yaşarlar. Bu koşullarda yaşamanın tek yolu kendi içlerine kapanmak, kendi dayanışma mekanizmalarını oluşturmaktır; öyle yaparlar. Yeni ülkede eski ülkeye benzeyen küçük köşeler yaratırlar.

Bu köşelerden toplumun içine keşif kolları yollanır: Çocuklar. Mesaj taşıyan güvercinler gibidir çocuklar; mesajları ne yazan ne de okuyan yana aittirler, ama hemen dil öğrendikleri, daha uyumlu, daha korkusuz oldukları için, yani uçmayı bildikleri için, bir o yana bir bu yana gider gelirler, kim olduklarını bilemeden, anlayamadan. Ve ailelerin umududur çocuklar, mümkün olduğunda, yasalar izin verdiğinde, hemen okullara yazdırılırlar. Büyük çoğunluğu anneleri ve babaları kadar olmasa da hep yabancı kalacak, anneleri ve babaları kadar kötü koşullarda olmasa da yine işçi olacaktır, ama umut umuttur. Büyüklerin yeni ülkede durumu ne kadar sallantılı, ne kadar kuşkulu olursa olsun, her an sınırdışı edilebilecek de olsalar, çocuklar okullara yazdırılır. Tek kelime dil bilmeden, en yakın okul bulunur, kayıt işlemleri yaptırılır ve bütün bu karmaşık işlemler, yerli ailelerin aylarca, yıllarca planlayıp gerçekleştirdikleri işlemler, muazzam bir beceriyle halledilip hemen okula yazdırılır çocuklar.

Her alanda gösterir bu beceri kendini. İlk gelişte yanına sığınılan uzak akraba veya hemşerinin yanından ayrılınır, belediyenin sağladığı yarı düzgün, ama kaloriferli, halılı, sıcak sulu eve çıkılır. Bu ev, yabancılar fazla kalabalıklaştığı için yerlilerin yavaş yavaş çekilmeye başladıkları, çekilmeyenlerin çok fakir veya yaşlı oldukları için çekilemedikleri, belediye hizmetlerinin giderek üstünkörüleştiği, bu nedenle pisleşen ve pisleştikçe yabancıların pis olduklarını kanıtlayan bir mahallededir. Ev, duvar kağıtları yer yer sökülen, muslukları gereğince kapanmayan, zaten ucuz olan malzemelerin artık eski de olduğu bir evdir, ama eski ülkenin bir köy veya kasabasında erişilmesi özlenemeyecek kadar konforlu, sıcak ve sağlamdır. Duvara köyde çekilmiş iki fotoğraf, Turkish Food Centre takviminden kesilmiş iki manzara yapıştırılır. Sehpaların üzerine beyaz dantel örtüler konur, onların üzerine yaldız çerçeveli düğün fotoğrafları: Genç evlilerin arkasında kasketli bir ihtiyar, başörtülü, pazen elbiseli şişman bir kadın. Bunlardan ibarettir dekorasyon.

Aynı beceriyle iş bulunur. Bellidir zaten yapılacak işler: Tekstil atölyelerinde kesici, makinist, ütücü, kebapçılarda ve pizzacılarda garson, taksi duraklarında şoför. Bellidir ama, bulmak gerekir; neyin, nerede, nasıl bulunacağı bilinemezken, iş bulunur. Patron eski ülkeden, iş arkadaşları eski ülkeden. Ama dil bilmeden lokanta müşterisinin siparişi nasıl alınır, taksiye binen kişinin nereye gideceği nasıl anlaşılır? Alınır ve anlaşılır işte.

Ve günde yirmi saat çalışıp aynı zamanda işsizlik yardımı alarak; belediyenin verdiği her tür sosyal yardımdan yararlanıp aynı zamanda üç değişik adresten kira yardımı alarak; emperyalizmin eski ülkeden alıp götürdüğü her şeyin acısı çok küçük, çok önemsiz bir ölçekte ama büyük bir ustalıkla çıkarılıyormuşçasına adeta, yeni ülkenin sunduğu tüm maddi olanaklar sonuna kadar kullanılır. Ailenin yaşamında müthiş bir anlam ifade eden bu olanaklar ülke ekonomisi için devede kulaktır, sözünü bile etmeye değmez. Ama sözü edilir; kâh devlet yardımlarını suistimal edenlere karşı kampanyalar başlatılır, kâh yabancıların çokluğu ve yenilerinin gelmesini engellemenin gereği seçim kampanyalarına konu olur.

Irkçılık, dışlanma, hor görülme giderek soyut bir vatan sevgisini körükler horlananların yüreğinde. “Birkaç yıl kaldı, sonra dönüyoruz artık” derler. Ama gerçekçilik hep baskın çıkar bu soyut sevgiye; kimse dönmez, kimse dönmeyecektir. “Buralarda” yaşamak özgür değil – açlıkla tokluk arasındaki seçim özgür olamaz – ama bilinçli bir seçimdir. Sonuçlarına katlanır göçmenler, şikâyet etmezler, ayıplarlar hatta şikâyet edenleri. Yaşamak neyse ne, zorlarına giden “buralarda” ölmektir. Yaşarken şad olamadık, ruhlarımız şad olsun bari der gibi.

Ekmek, huzur ve mutluluk

Her göç kişisel, insancıl bir trajedidir; öykünün sonu iyi de bitse, kaybetmenin, geride bırakmanın, eksilmenin öyküsüdür aynı zamanda. Göçmenin terk ettiği ülke memnun olur, göçmenin gittiği ülke onu engellemeye çalışır. Dünyada kendilerine yer arayan insanlar, soğuk ve soyut birer istatistiğe dönüşüverir. Ama insanlar her zaman göçmüşlerdir; ya kaçarlar ya kovulurlar ya ekmek peşinde giderler. Bildikleri, anladıkları, tanıdıkları her şeyi bırakır giderler; derin ve karanlık bir yabancılığın, bir bilinmezliğin içine dalarlar; isteyerek değil, istemeden; kahramanca değil, çaresizce. Ekmek peşinde, huzur peşinde, mutluluk peşinde.

İnsanoğlunun bu bitmez ekmek ve huzur arayışını değil de, milletini, ırkını, dinini önemseyenlere hep acımışımdır. Tok, huzurlu ve mutlu bir “insan” olmaktansa, yoksul ve mutsuz ama “Türk” olmayı yeğleyenlerin yeri olmadığına inanıyorum çünkü insanların dünyasında. İnsanlık hâlini anlamayanların ne işi olabilir ki aramızda?

Roni Margulies

[email protected]

Bültene kayıt ol