Özgürlük derken iktidar dilinde debelenenler

07.03.2016 - 10:17
Ferhat Kentel
Haberi paylaş

Çok süreçli, çok dinamikli, çok hikayeli modern toplumda, daha doğrusu modernist ideoloji altında insanlar çeşitli kavramlarla ve kurumlarla tanıştılar. Ulus-devlet, akıl, rasyonalite, çıkarlar, birey gibi referanslar ulaşılması gereken “iyi”yi anlatırken, diğer yandan eski zamanlar, “eski rejim”, “akıldışılık”, gelenek, din gibi referanslar da ya “kötü” ya da -daha nötr gibi görünen ifadelerle- “aşılması gerekene” işaret ettiler.

Bu arada, farklı şekillerde ifade edilse de ya da farklı içerikler kazansa da, “eşitlik” ve “özgürlük” referansları ise belki de tüm insanlık tarihinin bitmez tükenmez meseleleri arasında yer aldı.

Ancak bu kavramlar, modern zamanlarda, her ne kadar felsefi düzeyde çok zengin tartışmalara tanık olduysa da, modernitenin köşe taşlarından biri olarak, çok sınırlı bir içerikte hayat buldu.

Bu sınırlı içeriğin tanımlanmasında birey önemli bir rol oynadı. Özgürlük bireyin özgürlüğü olarak yerleşti. Buna göre, birey özgürlüğünü kazanmak ve eşit olmak için mücadele etmeliydi. Gerekirse, parti, dernek, sosyal hareket gibi moderniteye bizzat hayat veren kurum ve oluşumlarla güç ilişkisini kendi çıkarlarına göre değiştirmek için çaba göstermeliydi.

Ancak bu çabanın gösterileceği alan ya da saha zaten “eskinin” bittiği, gayri meşru hale geldiği bir alandı. Meşruiyetin sınırlarını çizen dil, kazanan sınıfın, burjuvazinin kamusal alanında inşa olunan bir dildi.

Bu dil ise bir yandan yepyeni ve muhteşem bir meşruiyet kazanan “piyasa” ve piyasada varolabilmek için “güç” üzerinde yükselen bir dildi.

Bu dil zaferler üzerine yükseldi...

Önce sömürgelerin insanları yenildi; onlara “medeniyet” götürüldü... Daha sonra köylerinden sökülüp fabrikalara doldurulan insanlar yenildi; onlara “ulusça kalkınma” ve “milli çıkarlar” anlatıldı. Çocuklar ve kadınlar yenildi. Onlar da temsil ettikleri “tehlikeler”e karşı “ehlileşme”nin tornasına sokuldu.

Bu zaferler kazanılırken, parça parça, yavaş yavaş, bazen çok radikal önlemlerle (“öğretmen sınıftan içeri girdi; ayağa kalk!”, “bu bir hastalıktır; tımarhaneye kapatılmalıdır!” vb.), bazen ise mikroskobik, ince denetleme ve kontrol teknikleriyle (“tabii ki bilime inanmalıyız”, tabii ki çocuklar okula gitmelidir”, vb.) iktidarın ruhunu içselleştirdik.

Ama her halükarda piyasa ortamındaydık ve piyasada varolmak için güçlü olmalıydık.

Çünkü piyasanın içinde var olamazsanız, bu, o güce sahip olamayanların sorunuydu. En güzel örneğini HerbertSpencer’in “ancak en iyi uyum sağlayanlar hayatta kalır” gözleminde bulduğumuz “sosyal Darwinist” yaklaşıma göre, eğer akıllı değilseniz, hayatta kalmak için yeteri kadar sermaye biriktiremezseniz, size ancak güle güle denebilirdi.

Ama piyasa diye bir fikri ve onun sahasını mutlak ve zaten doğal kabul etmiştik bir kere.

Bir yandan, gayet eşitsiz bir mücadele içinde, piyasa dışında, mesela yardımlaşmacı, dayanışmacıbir varoluş hali olabileceğini düşünmek mümkün değildi... Diğer yandan, doğuştan eşitsiz bir ortama düşmüş olabileceğimizi hatırlamak bile mümkün değildi.

Dolayısıyla kim olursa olsun, toplum piramidinin en tepesinden en dibine, kalifiye elemanından en düz işçiye, en Korsikalısından en İskoçyalısına, en Müslümanından en sekülerine, en Kürdünden en Türk milliyetçisine kadar, modernliğin tornasının uzandığı her yerin insanları var olmak için “güçlü” olmak gerektiğine inandı.

Neyse lafı fazla uzattım...

Bugün birileri özgürlük için mücadele ettiklerini zannederken, 300 yıldır hayatlarımıza zincir vurmuş bir iktidar dilinin teknikleri içinde kaybolmuş durumdalar.

Öte yandan, dün yedikleri tokadın travmasından kurtulmak isteyen bugünün muktedirleri, iktidarın keyfini çıkarıp, özgürlüğün keyfini çıkardıklarını zannederlerken, insanı “modern tanrılar” haline getiren bir ideolojinin esiri olarak debeleniyorlar.

Ferhat Kentel

[email protected]

(Basnews)

Bültene kayıt ol