“Siyah” olanı, az olanı duymak

17.02.2016 - 08:38
Ferhat Kentel
Haberi paylaş

Nijeryalı bir arkadaşımız var. Türkiye’de mülteci. Kocasını kaybetmiş. İki yaşındaki kızıyla Türkiye’de hayatını idame ettirmeye çalışıyor. Mülteciliğin, Türkiye’de mülteci olmanın bütün sorunlarıyla baş etmeye çalışarak...

İstanbul’da ufak tefek işler bulabilmesine rağmen, başka şehirlerde ikamet etmek zorunda... Türkiye’de bulunan bütün mülteciler gibi, her hafta ikamete zorlandıkları şehirde polise gidip imza atmak zorunda...

Bizim arkadaşımız çok uzağa gitmek zorunda değil; ama bazı mülteciler, bir yabancı olarak hiçbir iş imkanı bulamayacakları uzak şehirlerde, mesela Adıyaman’da ikamete zorlanıyorlar...

Ve şimdi anlaşılıyor ki, ikamet zorunluluğu daha da keskinleşecekmiş. Yani mülteci olarak size “Adıyaman” dendiyse, Adıyaman’da bilfiil yaşayacaksınız. Orada aç mı kalırsınız, yoksa tok mu; bu karar vericilerin meselesi değil.

Dolayısıyla arkadaşımızın da kafasında artık “Avrupa’ya ‘suyu aşarak’ geçmek” gibi düşünceler oluşmaya başladı...

Ege Denizi’ni geçip, özgürlüğü ve refahı hayal ettiği ülkelere geçmek...

Yani her gün yüzlerce, binlerce insanın çıktığı o korkunç yolculuk... Delik lastik botlarla, süs kıvamında can yelekleriyle, yolun yarısında kendi canının kurtaran “kaptanlarla”, denizin hem bu tarafında hem öbür tarafında bu işten çok para kazanan resmi, gayri resmi insan tüccarlarından müteşekkil bir sürü çete için sömürü kaynağı olan bir “turizm organizasyonu” vesilesiyle!

Alan bebeklerin sahile vurduğu o kabus yolculuğu...

Bu yolculuğu bitiremeyenlere, çocuklarını denizde bırakanlara, yüzlerce “ölüm”e rağmen, arkadaşımız, haberlerde “hayatı” da görüyor. “Öbür tarafa geçmeyi becerebilen” her mülteci bu taraftakiler için yeniden bir umut oluyor. 

Avrupa’nın bencilliğinin, rüşvet verip mültecileri engelleme çabalarının, Türkiye’nin mültecileri şantaj vesilesi olarak kullanma girişimlerinin ortasında onbinlerce insan hayatta kalmaya çalışıyor.

Arkadaşımız sadece Türkiye’de mülteci olmanın, bürokrasinin sıkıntısını yaşamıyor...

O aynı zamanda Afrikalı ve “siyah”...

Mesela otobüste yanına kimse oturmuyor...

Ve ne gariptir; ancak çocuğuyla bindiği zaman, etraftaki yolcularda inanılmaz bir ilgi ve “aman da maşallah!” nidaları başlıyor.

Çünkü “yalnız kadın”, hele “yalnız siyah kadın” daha da riskli.. Ama “çocuk” bildiğimiz bir işaret veriyor: “anne”...

Kentsel dönüşümün alt üst ettiği Tarlabaşı, adeta dünya insanlarının karşılaştığı bir dünya... Hemen 500 metre yukarıdaki İstiklal caddesi gibi... Ama aralarında –ki fark çok açık; İstiklal caddesi parası bol olanların yarattığı bir kozmopolitizm... Tarlabaşı ise fakir dünyalıların birbirlerine sığındığı bir dünya... Romanların, yerlerinden olmuş Kürdlerin, savaştan canlarını kurtaran Suriyelilerin, türlü çeşitli açlık, sefalet ve savaştan kaçan Afrikalıların memleketi olmuş.

Dayanışma var Tarlabaşı’nda ama aynı zamanda acımasızlığın, mesela “siyah kadın” ticareti yapmaya çalışanların tuzaklarının dünyası olmuş.   

Türkiye’de yaşayan ortalama bir mülteci, hele Afrikalıysa, hele kadınsa, bütün bu mayın tarlasında yürümek zorunda....

O zaman, neden bunca insanın o iğreti botlara binip, ölümü göze alarak kaçmaya çalıştığını anlıyorsunuz.

O zaman şu soruyu da kendimize sorabiliriz belki... Biz bu memleketin insanlarının hemen yanı başımızdaki mağdur olan insanları hissedebilme yeteneğimiz kalmadı mı acaba?

Alan bebek Türk olmadığı için, ölmesinde bir mahzur görülmemişti... Bir daha hatırlayalım...  

Geçenlerde bir haber sitesinde okuduğum haberle bitireyim...

Bosna Hersek'in başkenti Saraybosna'daki bir okulda, işitme engelli öğrenci Zeyd Çoraliç için bütün sınıf arkadaşları, öğretmenleriyle birlikte işaret dili öğrenmeye başlamış.

Yani “biz çoğunluğuz; azınlık olan bize uyacak arkadaş!” mantığı yerine, sayısı azıcık da olsa başkasının derdiyle hemhal olmak; onu anlamak için çaba göstermenin duygu dili...

Bir gün bizim buralarda da yeşerebilir mi acaba?

Ferhat Kentel

[email protected]

(Basnews)

Bültene kayıt ol