Neden yüzde 80 değil?

03.11.2015 - 09:33
Ferhat Kentel
Haberi paylaş

Evet, neden yüzde 70, 80 ya da daha çok değil? Çünkü normal şartlarda reklam bakımından kamusal alanın, kamusal mekanların –herhalde- yüzde 90’ını işgal etmiş bir siyasal partinin daha fazlasını elde etmiş olması gerekmez miydi?

Beğenmediği gazetecileri işten attıran, kanal kapattıran, her türlü ekonomik yaptırımı uygulayan, taşeron kalemşorlar vasıtasıyla sağa sola tehditler yağdıran, seferber edilmiş aktrol takımıyla sahada top koşturan şeflere, reislere holigan desteği veren bir siyasal hareketin sadece yüzde 50 olması anormal değil mi?

Devleti arkasına almış veya devletin içine girmiş ya da devlet tarafından ele geçirilmiş bir hareketin daha büyük bir oran elde etmiş olması gerekmez miydi?

Yüzde 80 yapamamış olmasına rağmen, tabii yüzde 50 de başarıdır...

Öncelikle siyasal taktikler alanında... siyasetin hesap kitap işleri içinde... 30 küsur yıldır birikmiş bir parti-devlet-belediye-iş dünyası arasında dokunmuş olan ağlardan ve tecrübeden gelen bir kabiliyet sayesinde... Siyasetin büyük ayak oyunlarını ve hesaplarını bilerek...

İslamcılıktan artık sadece kırıntılar taşıyan bir parti, çok başarılı bir şekilde, milliyetçiliği esas adresinden koparıp almıştır. Bugünün en has milliyetçi partisi AKP olmuştur. Avrupa ülkelerinde, siyasetin merkezini tehdit eden ırkçı ve aşırı radikal sağ hareketlerin söylemlerini kopyalayan merkez sağ partiler gibi, AKP de bu taktiği uygulamış ve başarmıştır.

Koalisyona direnerek, koalisyon için uğraşıyor”muş” gibi yaparak, havanda su dövdükten sonra, esas olarak savaş dilinin şampiyonluğunu yaparak, toplumun korkularına çok güzel tercüman olmayı başarmıştır.

Diyarbakır’daki, Cizre’deki çocuklardan aldıkları ucuz şiddet ve “kahramanlık” / “özyönetim” vs. desteğiyle... Bu çocukların hem orta sınıf Kürtler hem de Batı’da yaşayan insanların bünyesinde yarattıkları korku sayesinde bu şampiyonluk garantilenmiştir.

Yüzyıldır korkan ve sürekli travmatize olan bir toplumun duygularını yok saymak mümkün değil... Ve bu duygular uyduruk falan değil; gerçek duygulardır. Bizzat devletin yarattığı “ötekiler”den gene bizzat devletin yarattığı korkular sayesinde korkan bir toplumun içinde taşıdığı güvensizliği anlamamak mümkün değil. Ve bu güvensizliği bastırmak hatta aşmak için “üstün bir güç”e bağlanmanın da ne kadar doğal olduğunu anlamak da gayet mümkün.

Ancak, “bakara makara”lardan, kutu kutu paralardan, istifa ettirilmiş bakanlardan hesap soramamış bir partinin eteklerine takılıp ikbal arayanların seçimlerde ne kadar temiz kaldıkları hakkında kafa yormayı bir kenara bırakıp, sosyolojik olarak AKP’ye oy veren insanların çok şey anlattıkları aşikârdır.

AKP zamanında, AKP ve AKP’nin bir zamanlar kuvvetle taşıdığı sivilliğe destek vermiş olan farklı sol, seküler kesimler sayesinde, vesayetçi sistemin şerlerinin (mesela, Kemalist kibir, başörtüsü yasağı vb.) kurtulan insanların “eski günlere geri dönmek”ten korkmaları kadar normal bir şey olamaz... Hele hâlâ laikçilik konusunda birbirleriyle kabızlık yarışı yapanlar nedeniyle...

Küçücük azınlıkların toplumsal refahın neredeyse yarıya yakınına sahip olması karşısında, AKP’ye oy verenlerin, gelişme ve refaha erme arzuları kamçılanıp, daha fazla hak, adalet, sağlık, eğitim ve para istemeleri; bunun için o “küçük azınlığı” model almaları ve kendilerini o seviyeye çıkaracak ve o azınlıklar içinde kendilerine en çok benzeyenlere bağlanmaları da gayet normalidir. Ya da geçtiğimiz 20-30 yıl içinde orta ve üst sınıflara da yükselip, muhteşem bir sosyal mobilite gösteren muhafazakar kesimlerin, muhafazakarlığın şampiyonluğunu yapan bir partiye oy vermeleri de normaldir ve AKP için bu başarıdır.

Ama bence çok daha büyük başarı, harekete geçirilen devasa devlet makinasına rağmen, geride kalan yüzde 50’ye aittir. Özellikle de yüzde 10’luk barajın üzerinde kalan HDP’ye aittir. “Meydanlara çıkmaya cesaret edememek”le suçlanırken, ölülerinin yasını tutmaya çalışan, propaganda çalışması yapamayan HDP’ye aittir.

“Özel kuvvetler” türü odakların faaliyetleri sonunda yüzlerce bürosu basılan, mitinglerinde bombalar, canlı bombalar patlayıp, acısını bile yaşama hakkı tanınmayan; üstelik “kendi kendilerini öldürdüler” gibi ahlâk yoksunu suçlamalara ve kirli propagandaya maruz kalıp yüzde 10 alan bir hareket her şeye rağmen ayakta kalmıştır.

“Bomba kimin işine yaradı, bakmak lazım” diyerek, HDP’yi işaret eden dümdüz kötü niyetlilere (şu anda nasıl kıvırttıklarını merak etmeye gerek yok) ve bombadan sonra AKP’nin oy artışını hesaplamaya çalışanlara rağmen, 12 Eylül generallerinin ahlâk yoksunu barajının arkasına saklanan bir siyaset sınıfına rağmen, sadece 3 puan kaybeden HDP Türkiye’nin “tesadüfi” bir partisi olmadığını ispat etmiştir.

“Konuşulacak son kesim”den sonra geriye kalan yeni nesil travmatik bir kuşağın oynadığı “şehir gerillacılığı” oyununa rağmen, “barış” talebini dilinden düşürmeyen, şimdiye kadar vesayeti altında olmakla suçlandığı PKK’ya ateşkes çağrısı yapabilen ve bu nedenle “yeni” olan bir hareketin aldığı yüzde 10 başarıdır.

Topluma sosyal mühendis mantığıyla bakan, toplumda sürekli düşmanlar gören ve bu yüzden torna tezgahı gibi çalışan bir devletin darbeci ve Kemalist geleneğinden kendini soyutlayamayan bir AKP’ye kıyasla, Kürt meselesinde PKK’nın şiddete dayalı politikalarıyla mesafe koymaya çalışan bir HDP’nin performansı başarıdır.

Bu, içindeki birçok sorunlu alana rağmen, Türkiye toplumunun içindeki en önemli “yenilenme” dinamiğidir. Bundan sonra da “yeni Türkiye” diye bir şeyden bahsedeceksek, bu, gerçekten çoğulluğu bünyesinde taşıyan HDP ya da HDP gibi partiler sayesinde mümkün olacaktır.

Çünkü sabah akşam, yatıp kalkıp ölümcül hamasetten konuşan bir siyaset arenasında hayattan, barıştan bahseden bir siyasal hareket aslolanın başka bir şey olduğunu da bize anlatıyor.

Çünkü bütün bu kimlikler, partiler, kabızlıklar, adeta “ölüm-kalım” savaşına dönmüş toplumsal varoluş görüntülerine rağmen, her halükârda hayat devam ediyor.

Ferhat Kentel

[email protected]

(Haberdar)

Bültene kayıt ol