28 Şubat ve sonrasında ve 2002’den beri geçen dönem içinde ortaya çıkan demokratik mücadele pratikleri Türkiye için yeni bir zihniyet sıçramasına evrilmek yerine, bugün “eski”nin yeniden üretilmesini beraberinde getirdi.
AKP’nin ilk döneminde, gelecek için “umut” besleyen kitleler, bütün iyi niyetleriyle 12 Eylül 2010 referandumuna destek vermişlerdi. Farklı olanların biraradalığının normalleşmesi motivasyonuyla, farklı insanlar bu memleketin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan asker korkusu ve vesayeti karşısında birlikte mücadele etmişlerdi.
Ama yolda bir şeyler oldu...
AKP’nin örgüt adamlarından biri olan ve önemli adamlarından biri olduğu anlaşılan Babuşçu’nun sarf ettiği “Artık liberallere ve solculara ihtiyacımız kalmadı” cümlesinde dile geldiği gibi, bu cümlenin arkasını olduran, mantığını hazırlayan “güçler” yolda makas değiştirmeye karar verdiler.
Anlaşılan 60’lı 70’li yıllarda MDD’ci (Milli Demokratik Devrim) solcuların başvurdukları gayet klasik bir şablonu AKP’nin “yeni Türkiyeci devrimcileri” de keşfetmişti. Yani MDD teorisine göre, “sosyalist” devrim mücadelesinde ilk aşamada “milli” olduğu kabul edilen unsurlarla geçici bir süreyle ittifak yapılacak, milli demokratik (burjuva) devrim gerçekleştikten sonra, yeteri kadar güç devşirdikten sonra, “sosyalist” devrim yoluna yalnız devam edilecekti.
Yani açıkça anlaşılabileceği üzere gayet “ahlaksız” bir devrim stratejisiydi söz konusu olan. Yani ittifak kuracağı adamları “satacağını” bilerek, onları ittifaka çağırıyordu.
AKP’nin “devrimcileri” de anlaşılan böyle bir mantık izlemişler. Ancak MDD’cilerden farklı olarak, niyetlerini önceden duyurmak konusunda cesur olamamışlar...
Tabii, derin AKP’nin koridorlarında neler döndüğünü bilmek pek mümkün olmasa da, siyaset sosyolojisinin merceğinden baktığımız zaman, AKP’nin “dönüşümü” konusunda yazılabilecek en makul hikaye, AKP’nin kimliğinin devletle karşılaşmasında bulunabilir.
AKP, ittifak yaptığı ve sabah akşam hayranlık ve dostluk ifade ettiği kesimlerle birlikte vesayet sistemini ciddi bir şekilde erozyona uğratıp, merkeze yaklaştıkça, o merkezin kendi şartlarını dikte ettiğini görebiliriz.
Yani AKP’nin “dostu” olanlara Babuşçu’nun ağzından “güle güle” denirken, devletin zihniyetini taşıyan, zaten devlet tarafından istihdam edilen ve büyük ihtimalle, devletin bu zor günlerinde, “tehlike anında camı kırınız” yazılı dolabından taze ve yeni ittifaklar ve yeni kadrolar devreye girdi.
Devlet, bu sağcı AKP sayesinde kendini korumaya aldı. “Eski Türkiye”, kendini “Yeni Türkiye” retorikleriyle yeniden cilalayıp pazarladı. Sabah-Akşam-Star-A Haber gibi yeni merkez medya organları ve bu organlarda parlatılan, bırakın AKP’nin kökenindeki İslami hareketle ilişkili olmayı, 2010’lu yılların kutupları aşmaya soyunan, geleneksel siyasal kültürü kırmaya odaklanmış olan kesimlerle bile alâkası olmayan tetikçiler devreye girdi.
İşte bu ciddi bir hayal kırıklığı getirdi. Fakat hayal kırıklığı Türkiye için pek de anormal değildir; nice dost diye bağrınıza bastığınız insanların siyaseten iki yüzlü bir tavır içinde olduğunu görmek normaldir.
Hayal kırıklığı oldu diye, gene iyi niyetle, daha yaşanılabilir, daha ahlâklı, daha adil bir Türkiye için umutlar ve bu yönde mücadele hiçbir zaman sona ermeyecektir.
Benim gibi, birbirleriyle uzlaşmaz gibi görünen ruh hallerini aynı bedende taşıyan insanlar için çok önemli değil belki ama bütün iyi niyetleriyle şimdiye kadar “ötekilerle” örülen duvarları aşmak için adım atan insanların bir anda yeniden ve yeni bir duvara çarpmalarını görmek gerçekten iç acıtıcı...
Yani arkadaşım Mehmet Demir’in, yeniden bu duvarları dikenler için yazdığı gibi:
“Bu ülkede birbiriyle düşmanlıktan başka ilişki kuramayacağı sanılan kesimlerin barışması, kucaklaşması gibi bir özel kıymeti, anlamı vardı bu dostlukların. Sadece kendilerini ve bizi değil, bu büyük umudu ve ihtimali de harcadılar.”
Ferhat Kentel
(BasNews)