Bir okur, devletin Pravda’larından birinin yazarlarından olan İbrahim Karagül’ün bir yazısını yollamış. İbrahim bey, her şeyi bilen, uluslararası güç dengeleri, stratejik ilişkiler, reel politika, komplolar gibi konularda yüksekten uçan bir bey...
İbrahim beyin yazısında önemli bir lâf var:
“Türkiye’yi özgürleştirmek isteyenler ile vesayetin devamını isteyenler arasında bir savaştır. Bir cemaat meselesi asla değildir.”
Klasik bir Türkiye vakası... Yani Kemalistinden, 12 Eylülcüsüne, 28 Şubatçısına kadar bütün Jakoben, Bolşevik kopyası yerli aparatçiklerin her zamanki “üstün” analizleri sürekli devrede. Onlara göre siyasal hayat, toplumsal hayat ikiye ayrılır: iyiler ve kötüler... Tabi ki bu ayrımları kendilerinden gayet emin bir biçimde yapanlar şüphesiz “iyi” olan taraftadırlar.
Eski vesayetçi rejimi yıktıklarını, Türkiye’yi özgürleştirmek istediklerini iddia eden bu yeni rejimin ideolojik komiserleri, o eski rejimin dillerini taklit ederek gerçekten özgürleştirdiklerini mi zannediyorlar?
Belki de zannediyorlardır ve belki de gerçekten inanıyorlardır.
Ama unutmamaları gereken bir şey var. Hayatı bugüne kadar hep böyle iki parça halinde görenler, bir tarafta “karanlığı”, diğer tarafta “aydınlığı”; bir tarafta “sakatları”, diğer tarafta “sağlamları” görenler her zaman için başka gerçeklikleri sakladılar ve bugün de onların Türkiye’deki yeni versiyonları aynı tiyatroyu oynuyorlar.
Oynadıkları oyuna -müsaadenizle- kapitalizm deniyor. Yani başlangıçta Avrupa’da palazlanan sermayedarların ulusal çıkar, piyasa, istikrar, kâr, serbest teşebbüs, teknoloji, kalkınma, büyüme, güçlü olma vs. gibi söylemlerin arkasına saklanan bir sömürünün tiyatrolaşmış hali... Yani bizim çok “yerlici” takılan, habire “milli irade”den dem vuran sahne aktörlerimiz pek çaktırmamaya çalışsalar da kökü dışarıda bir tiyatro...
Yani ta “çok özgürlükçülüğüyle” bildiğimiz aydınlanmacı Voltaire’lere uzanan bir tiyatronun insanları ikiye ayıran senaryosu: aydınlıktakiler ve karanlıktakiler... Voltaire’in nefret ettiği ve “gelişmeyi, özgürleşmeyi beceremeyen hayvani yaratıklar” diye tanımladığı az gelişmiş insanlar prototipi tüm modern zamanlar içinde her türlü iktidar dili tarafından düşmanlara vurmak için tepe tepe kullanıldı.
Bizim memlekette “halkı temsil ettiğini” iddia eden, ancak aslında Anadolu halkını aşağılayan Narodnik kopyası Kemalistler tarafından da kullanıldı bu dil. Şimdi gene halkı temsil ettiğini iddia eden bir yerlici dil tarafından kullanılıyor.
Bu yerlicilerin kökü de en az Kemalistlerinki kadar dışarıda...
İnşa ettikleri bütün kurgu ve retorikler baştan aşağı “ulusalcı” ve “modernist” ikilemlerle bezenmiş durumda.
Bu memleket Kürt meselesinde barış hasretiyle yanıp tutuşuyor. Ama Voltaire’ci senaryonun içinden konuşan ideolojik komiserler kendi “barış” dillerinden başkasına tahammül edemiyorlar. Aslında barıştan ziyade, “yenmek” bu senaryonun esas derdi...
Oysa Kürtlerle barış yapmak, hayatı yeniden düşünmek demek. Ana dil hakkını bir an evvel -“vermek” değil- tesis etmek... Roboski’yle yüzleşmek, o acının yasını tutmak demek...
Voltaireci kopyacılığın bugünkü versiyonlarının en güzel örneklerini köşelerinde “Daha önce 1. köprüye karşı çıkan ağabeylerinin izinde bugün de 3. köprüye de karşı çıkan dinozorlara” karşı yazılar yazan “yeni Türkiyeci” liberallerde de görmek mümkün.
Bu beyler “ilerlemeye” çalışırken, insan bütünlüğünün ve karmaşıklığının çektiği acıyı farkedemiyorlar bile. Onların bütün derdi, sahip oldukları adeta tanrısallaşmış kelamlara boyun eğmemiz. Zeytin ağaçları kesildiği zaman, insanlar linçle öldürüldüğü zaman, zehir soluduğumuz zaman, her vesileyle mutlaka ama mutlaka “rasyonel” ve “hesaplı” açıklamalar yetiştirmekten başka bir şey düşünmüyorlar.
Bu Voltaire’ci derin hesapların adamlarının anlattıklarının hiçbirinde “insan” yok...
Ferhat Kentel
(BasNews)