Bu yıl, 1 Eylül Dünya Barış Günü vesilesiyle yapılan çeşitli etkinliklerde ve yazılarda, en sık yanıtı aranan sorulardan biri de "Türkiye’de Irak işgali döneminde olduğu gibi güçlü, etkili, süreklilik kazanmış ve kurumsallaşmış bir barış hareketi neden yok veya neden inşa edilemiyor?" oldu.
40 yıldır büyük yıkımlara, ölümlere, toplumsal sorunlara ve acının her türlüsüne neden olan Kürt çatışmasını ve savaşını durdurabilecek veya muktedirleri bu konuda zorlayacak toplumsal duyarlılığın açığa çıkarılmasının hala başarılamamış olması bile bu soruyu haklı ve yerinde kılıyor.
Güçlü ve etkili barış hareketi neden oluşturulamıyor sorusunun tek bir yanıtı yok. Birçok etmenin bileşkesinde ortaya çıkabilecek yanıt, “barış isteyenlerin” başarıya ulaşmasını kolaylaştıran ve hızlandıran bir faktör olacak.
Barış hareketi denildiğinde, insancıl hukuk ekseninde uluslararası barış hakkı kapsamında, siyaset alanının dışında, her yönüyle bağımsız, hak temelli sivil kurumlarla çoklu paydaşlık, işbirliği içinde olan, aynı zamanda siyaset alanıyla tanımlı, açık iletimi içinde ve taraflarla güç kontakları bulunan bir çalışmayla kurumsallaşmış ve toplumsallaşmış çok yönlü mücadele yürütülmesi anlaşılmalıdır.
Bu doğrultuda son yirmi yıldır bir dizi girişimler oldu. Bunlar daha çok Kürt Sorunu eksenli Barış İçin Bir arada Çalışma Grubu, Barış Girişimi, Türkiye Barış Meclisi, Barış İçin Kadın Girişimi, Barış İsteyenler Platformu ve Barış Bloğu gibi. Ayrıca Kocaeli Barış Platformu gibi yerel düzeyde çok sayıda deneyim yaşandı, yaşanıyor.
Devlet nezdinde demokratik dönüştürücü etki yaratılamadı
Bunların hiçbiri ilk kurulduklarındaki toplumsal etkilerini geliştirip güçlendiremedi. Birçoğu barışın toplumsallaşmasına anlamlı katkı sunan bir kimliğe ulaşamadan, Ukrayna’da Savaşa Hayır Platformu gibi sönümlendiler. Birkaçı, Türkiye Barış Meclisi’nin Barış Vakfı olarak devam etmesi gibi başka bir forma dönüştüler.
Her biri çok kıymetli ve anlamlı çalışmalar yaptılar, yapıyorlar. Ancak 2000’li yıllarda Kürt sorununda inkârdan idrake geçiş sürecinde; toplum, siyaset, sivil toplum ve devlet nezdinde demokratik dönüştürücü bir etki ve sonuç yaratılamadı. Bu yüzden 2015 sonrası, güvenlik ve beka eksenli, temel hakları ortadan kaldıran çoklu Kürt karşıtı politikalar yeniden şiddetli ve sert bir şekilde uygulanmaya başlandı. Bu tabi ki esas olarak devlet aklının ve siyasal muktedirlerin politik tercihleridir. Ama bu sivil toplum kurumlarının da aslında bir Kürt sorunu idrak problemi yaşadıkları ve barış/çözüm sürecine hazır olmadıkları gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Bu durum, yani barış talebinin 40 yıldır toplumsallaştırılamamış olmasının başlıca nedenleri; Türkiye’nin sivil toplum kurumu kültürünün zayıflığından, çarpıklığından, yanlışlığından kaynaklanan sorunlar. Sivil toplum kurumlarının yapısal sorunlarını;kamu düzeninin yasal, anayasal yapısından kaynaklı sorunlar ile siyasal konjonktürün ürettiği veya sivil toplum siyaset ilişkisi kaynaklı sorunlar başlıkları altında toplamak mümkün.
Bu konuların her birinin özel olarak farklı boyutlarının detaylı olarak ele alındığı akademik saha araştırmalarına dayalı çalışmalar yapılmasına ihtiyaç vardır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlü devlet, itaatkâra yurttaşlar anlayışı, devletin yurttaşlarına güvensizliğim bir sonucu olduğu gibi sivil toplum kurumlarının da, her yönden devlet tarafından zapturapt altında tutulmasını biçiminde uygulanmakta. Bu, sivil toplum kurumlarının veya yurttaş girişimlerinin devlet kurumların tavrına göre hizalanmalarını Kürtmeselesine, barışa büyük ölçüde mesafeli durmasına yol açmaktadır. Birçok sivil toplum kurumunun 2013-2015 çözüm sürecindeki ve sonrasındaki yaklaşım farklılığı bunu en açık göstergesi.
Geçmişle yüzleşme ve yeni bir dil, yaklaşım ve mücadele tarzı
Sivil toplum kültürünün zayıflığı, siyasetin sivil toplum kurumlarını taraf olmaya zorlaması için elverişli zemin yaratırken, sivil toplum kurumlarının da işin kolayına kaçmasına ve Kürt sorununu/ toplumdaki barış isteminin araçsallaştırılması toplumsal elverişli ortamını oluşturuyor. Bu, toplumsal kutuplaşmanın hat safhada olduğu bu dönemde sivil toplum kurumlarını daha da kadükleştiriyor. Kürt sorununda barış gibi ağır, çok yönlü, çok aktörlü ve çok boyutlu bir sorunda barışın toplumsallaşmasını daha da zora sokan ve sivil toplumu etkisizleştiren bir kolaycılık olmaktadır.
Aynı zamanda kurumsal deneyim eksikliğiyle; geniş tabanlı, demokratik ve katılımcı işleyen yoksun gettolaşmış bir sivil toplum gerçekliğiyle yüzleşmenin zorunluğunu göstermektedir.
Barış çalışması yürüten sivil toplum kurumlarıyla, akademi ve medya alanında çalışanların bilgi ve deneyim paylaşımının zayıf olması, barışa mesafeli sivil toplum kurumları arasındaki ilişkinin kopuk ve derin olması, barışın toplumsallaşmasının en can alıcı handikapı.
Barışın toplumsallaşmasının önünü açabilmek için çatışma çözümü ve barış çalışması yürütenler, toplumun her kesimine yayılmış adaletsizlik duygusunu ve geniş toplum kesimlerin çatışma ve savaş yorgunluğunu doğru kavrayan bir yerden barış dili geliştirmek mecburiyetindedirler.
Uluslararası hukukta tanımlanan evrensel ve devredilemez/ vazgeçilemez kolektif ve bireysel Barış Hakkı ekseninde bir dil gerek.
Barış hakkının ihlali konusunun ulusal ve uluslararası pozitif hukukta yer alması talepli çoklu bir mücadele yürütülerek barışın toplumsallaşmasına ve inşasına katkı sunulmalıdır. Çatışma ve gerilim dilinden arınmış, tarafların argümanları ve talepleri yerine evrensel insan hakları temeli bir yeni mücadele, söylem ve dil tercih edilmelidir.
Hakan Tahmaz