2008 yılında başlayan ve etkileri sürmeye devam eden küresel ekonomik kriz, Avrupa’da merkez partilerin zayıflamasına, politik yelpazenin uçlarındaki partilerin ise güçlenmesine neden oldu. Fransa, Almanya, İngiltere ve Danimarka’da sağ hareketler yükselirken, güney Avrupa’da ise sol partiler yükseliyor. Yunanistan’da 25 Ocak’ta yapılacak olan erken genel seçimden Syriza’nın birinci çıkması bekleniyor. İspanya’da bu yılın başında kurulan Podemos, Mayıs ayında yapılan AB Parlamentosu seçimlerinde %8 oy aldı, 2015 sonbaharı seçimleri için yapılan anketlerde ise birinci gözüküyor.
Hem Yunanistan’da hem de İspanya’da milyonlarca kişi, daha önce oyların çoğunluğunu alan, bu iki ülkeyi on yıllardır yöneten büyük partilerden koparak radikal sol talepler dillendiren partilere yöneliyorlar. Sadece bu gelişme bile, daha adil ve özgür bir dünya için mücadele eden herkesi heyecanlandırmalı. Ancak heyecanlanmak ve umutlanmak yetmez, Yunanistan ve İspanya’daki ekonomik ve siyasi durumu ve bu iki partinin nasıl iktidarı hedefleyen yapılar hâline geldiğini anlamak gerekiyor.
İspanya ve Yunanistan, küresel ekonomik krizden en çok etkilenen ülkelerin başında geliyor. İspanya’da emlak balonunun patlamasının da etkisiyle işsizlik %20’ye, gençler arasında ise %50’ye çıktı. Yunanistan’da ülkenin iç borcu hızla artarken, AB Merkez Bankası, IMF ve Dünya Bankası’ndan oluşan Troyka, ülkeye borç vermek için 2001 krizinde Türkiye’ye sunulan şartları sundu; kemer sıkma önlemleri, özelleştirme, yapısal reformlar, maaşların düşürülmesi, emeklilik yaşının arttırılması, sendikasızlaşma ve kuralsızlaştırma. Ülkede işsizlik %25’e çıktı, gerçek ücretler %30, sanayi üretimi %35 azaldı. Ülkede insani bir dram yaşanmaya başlanırken, evsizlerin sayısı arttı ve çocuk ölümleri zirveye çıktı. Yunanistan’daki direniş, saldırı kadar büyük oldu, 2009 yılının Aralık ayından beri 32 kez genel greve gidildi. 6 Aralık 2008’de polisin Alexandros Grigoropoulos’u öldürmesi, günlerce süren şiddetli gösterilere yol açtı. Tüm bunlar sürerken güçlenen faşist Altın Şafak’a sosyalistler kitlesel bir mücadeleyle karşı koydular.
Syriza’nın (Radikal Sol İttifak) kitleselleşmesi tam da bu şartlarda gerçekleşti. Troyka’nın dayattığı işten çıkarmalara, kemer sıkma politikalarına, Alexis’i öldüren polis şiddetine olan tepki Syriza’ya yöneldi. Hem merkez sol PASOK’un hem de merkez sağ Yeni Demokrasi’nin (ND) aynı neoliberal politikaları uyguladığını gören işçi sınıfı, kitlesel olarak Syriza’ya oy vermeye başladı. 2009’da oyların %4,6’sını alan Syriza, 2012’deki seçimlerde %16, 2014’teki AB parlamentosu seçimlerinde ise %26,5 oy aldı.
İspanya’da Podemos’un ortaya çıkışının ve hızlı yükselişinin öyküsü ise çok daha yeni. Partinin kökeni Mayıs 2011’de ortaya çıkan İndignados (Öfkeliler) hareketine dayanıyor. 2011’de meydanları işgal eden milyonlarca kişi, ülkedeki partilerin kendilerini temsil etmediğini ifade ediyor, gerçek demokrasi istiyordu.
Bunun üstüne ülkede geniş çaplı yolsuzluk skandalları ortaya çıktı. Aralarında pek çok siyasetçinin ve iş adamının bulunduğu 1900 kişiye vergi kaçırma ve rüşvet alma gibi suçlamalar yöneltilirken, bunlardan 170’i hüküm giydi, ancak çok azı hapse girdi. Gençlerin yarısı işsizken milyonerlerin sayısı arttı, İspanya AB’de gelir dağılımının en bozuk olduğu ülke hâline geldi. 22 Mart 2014’te Madrid’te bir milyon kişinin katıldığı “ekmek, iş ve (kredini ödeyemediği için evden çıkarılanlara ithafen) çatı” talep eden bir “haysiyet yürüyüşü” yapıldı.
Öfkeliler hareketinin, yolsuzluk skandallarına öfke duyanların, kredi borcunu ödeyemediği için evden atılanların, kemer sıkma politikalarına karşı örgütlenen taban hareketlerinin siyasi partilere olan güvensizliği, bir televizyon şovunda yaptığı konuşmalarla ünlü olan öğretim görevlisi Pablo Iglesias’ın yaptığı yeni oluşum çağrısını üç günde 50 bin kişinin imzalamasını sağladı. Öfkeliler hareketindeki gibi forumlar kuran, gerçek demokrasi söylemini kullanan Podemos’un üye sayısı hızla artarak 2014 yılı sonunda 310 bine ulaştı.
Hem Podemos hem de Syriza’nın son dönemde kitleselleşmesinin, bu partilerin oylarının artmasının ardından her iki partinin de politikalarında ve içyapılarında sağa doğru bir yönelim iyice açığa çıktı. Her iki parti de egemen sınıftan, iktidara layık “gerçekçi” ve “saygıdeğer” partiler olmaları yönünde büyük bir basınçla karşılaşıyor. Bunun pratikteki anlamı, radikal taleplerin programdan çıkarılması, partilerin içlerinde yer alan sol muhalefetin susturulması ve sağ politikalara yönelim. Podemos ve Syriza’da şu an böyle bir süreç gerçekleşiyor.
Pablo Iglesias ve Alexis Çipras, karizmatik liderliklerini bir yandan partilerini hem ülkelerindeki burjuvaziye hem de AB kurumları için kabul edilebilir hâle getirmek için kullandılar. Çipras, Avro’dan çıkılmayacağını, Yunanistan’ın borçlarının AB Merkez Bankası, IMF ve Dünya Bankası’ndan oluşan Troyka ile görüşülerek “yeniden düzenleneceğini” anlatıyor. Podemos’ta Bolivar Devrimi değil İskandinav demokrasisi örnek alınmaya başlandı. AB seçimlerinde savunulan programda bulunan, "tüm vatandaşlar için temel asgari ücret"ten vazgeçilerek yoksullara daha fazla yardım edilmesi, emeklilik yaşının 60’a düşürülmesinden vazgeçilerek 67’den 65’e düşürülmesi savunulmaya başlandı. Ekonominin stratejik sektörlerinin devletleştirilmesiyle, dış borcun ödenmemesinden ise tümden vazgeçildi.
Partilerin kitleselleşmesini sağlayan bu taleplerden taviz verilirken, her iki partide de benzer bir süreç daha işledi. Partinin başındaki figürler –Çipras ve Iglesias– sahip oldukları tanınırlığı parti içinde daha büyük bir güce sahip olmak için kullandılar. Syriza bir seçim koalisyonundan bir partiye dönüşürken, koalisyondaki yapıların kendini feshetmesi istendi. Podemos’ta ise Iglesias ve etrafındaki ekibin listesi internetten yapılan oylamada birinci olurken, Podemos’un kurulmasında önemli katkı yapan aktivistler ile Dördüncü Enternasyonal üyesi Antikapitalist Sol grubu dışlandı.
Her iki parti de –eğer gelebilirlerse– iktidara geldiklerinde zorlu seçimlerle karşılaşacaklar. Bir yandan kendilerine oy verenler, umutlarını bu partilere bağlayanlar, verdikleri sözlerin tutulmasını isteyecek. Yunanistan’da ERT işçileri işe alınmayı talep edecek, antifaşistler faşizmin kökünün kazınmasını isteyecek, göçmen işçiler güvenceli çalışma talep edecek. İspnaya’da Podemos’a oy verenler, gerçek demokrasiyi sadece mecliste değil işyerlerinde de görmek isteyecekler. Özelleştirme politikalarının tersine çevrilmesi, daha çok kişiyi istihdam etmek, kesintiye gidilen kamu harcamalarını arttırmak demek. Her iki parti de bütün bu adımlarda patronlarla çatışmak durumda. Kapitalizmin içinden geçtiği kriz, her iki tarafı da memnun edecek reformları neredeyse imkânsız hale getiriyor. Podemos da, Syriza da o yol ayrımıyla karşılacak; işçilerin çıkarlarını savunmak için patronların ve zenginlerin kaynaklarını kullanmak mı, kapitalist politikaları sürdürebilmek için işçi sınıfına saldırmak mı?
Devrimci sosyalistlerin görevi, bir yandan işçilerin bu iki sol reformist partiyi sürekli baskı altında tutmasını sağlamaya çalışırken, diğer yandan onlara değişimin asıl olarak bu partiler tarafından geleceği yanılsamasından kurtarmak. İşçi sınıfının öz örgütlerindeki, grevlerdeki, mitinglerdeki her zayıflama, bu partilerin daha da sağa sapmasına yol açacaktır. İşçi sınıfının onlar üzerindeki baskısı, bu partileri sol bir hatta tutabilmek için tek yol. Kendi örgütünün büyümesinden başka bir şeyle ilgilenmeyen sekter tavır da, bu hareketleri gözü kapalı destekleyen fırsatçı tavır da kolay yollar. Zor ve doğru olan ise Syriza ve Podemos’a oy veren işçilerle birlikte hareket edip bu partilerin liderliğini teşhir edebilmek. İşçi sınıfını dünyayı değiştirecek olanın kendi eylemi olduğu düşüncesine kazanabilmek.
Onur Devrim Üçbaş