Erdoğan, cumhurbaşkanı sıfatıyla kağıt üzerinde suç işlemez gözükerek örgütü için seçim çalışması yapmanın cin fikir yollarına bir yenisini eklemiş gözüküyor. Üstelik, belki de en bayağı milliyetçi temalardan biri olan “İstanbul’un fethi” ve bir o kadar bayağı ve azgın “diriliş” gibi motifler üzerine binâ edip, kendisine yakışır bir pragmatizm örneği göstererek.
Elbette kendisi salt fatih, fetih ve Türklük sevgisi sebebiyle -ki üçünü de pek sevdiği doğrudur- teşrif ediyor olacağından “cumhurbaşkanının katılımıyla” diye duyuruluyor etkinlik.
Tabii Cumhuriyet, Osmanlı fetihlerini açıktan kutlamayı pek tercih etmese de, ilkokul kitaplarını karadan geçen gemiler, Ulubatlı Hasanlar, Fatih’in bilmemkaç yaşında babasına verdiği ayarlar, kol kesmenin sakal kesmeye göre üstünlüğüne dair özlü sözler ile donatmaya bayıldığından, temel politik motivasyonu işlediği suçları gündem dışına atmak olan bir siyasetçinin buralardan malzeme devşirmesinde şaşılacak pek bir şey yok. Kaldı ki, milliyetçiliği diri tutmanın saymakla bitmez “faydaları” bir yana dursun, kendisinin de kaftanlı, bıyıklı, kılıçlı korkusuz savaşçılar ve benzeri imgelerden son derece içtenlikle keyif aldığına eminim.
Tüm bundan olumlu sayılabilecek bir şey çıkarmak gerekirse; Erdoğan ve AKP’nin değişim ve adalet üzerinden retorik üretmekten tümüyle vazgeçmesinin, bunları talep eden seçmenin kendilerini temel dinamik olarak görmekten geri dönüşsüz bir şekilde vazgeçtiğini iyice kanıksamış ve bu kesimi tümüyle gözden çıkarmış olduları anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Tabii bu sadece sembolik bir veçhesi işin, yoksa hiçbir şey olmasa çözüm süreci konusundaki sorumsuz, kibirli ve işgüzar tutum bunları zaten söylüyordu bize.
Fetih konusuna gelecek olursak, devletler elbette toplumun devlet organizmasının doğal hücreleri olduğuna inandırılması için, varlıklarının temeli olarak fetih hikayeleri anlatmayı ve bu fetihleri hayırlı olaylarmış gibi anmayı, kutlamayı severler. “Biz” de yaşadığımız yeri fethedenlerle birlikte, onlarınkinden ayrılmamaz motivasyonlarla, gelip buraları fethetmişizdir çünkü. Devleti ise bizi yönetenlerin örgütü değil, onun sınırları içinde yaşayanların birlikte varoluşunun doğal sonucuymuş gibi düşünmemiz gerekir.
Aklıma gelen ilk örneklerden biri, ABD’de kutlanan “Kolomb günü”. Her ne kadar kıtanın yerlilerine yapılan soykırımı çoktan kabul etmek ve özür dilemek zorunda kalmış olmanın da etkisiyle “Còrtez günü” olarak kutlanmıyor ve sanki fethi değil keşfi kutlanılıyormuş gibi yapılsa da, “Amerikan ulusunu” var eden, kıtanın kolonileştirilmesinin güzellemesinden başka bir şey değil.
Ve Yeni Çağ’ı İstanbul’un fethi ile başlatacak kadar arsız olan Türk resmi târihi ile baş etmesi epey zor olsa da, bir dünya yalan tarih anlatısıyla süslenir elbette. Tabii ki siyahların, yerlilerin vs. buna neden sevinmesi gerektiği sorusundan, bu mutlu günde tadımız kaçmasın diye imtinâ ediliyordur.
Türkiye’de fetih kutlarken de keyif kaçırabilecek bolca soru var elbette. Ama bizim geleneğimiz bu sorulardan imtinâ etmek yerine, fethi yapanların kanından olmayanları “misafir” addederek çözmeyi tercih eder sorunu. Bu söz konusu “misafirler”, misafir falan olmadıklarını gayet iyi bildiklerinden, bunları periyodik olarak kovmakla tehdit ederek, aslında misafir bile değil, “işgalci” hatta “parazit” olarak görüldükleri hatırlatılır, zirâ vaktinde kovulmuşlardır da, kovulmaktan beter de edilmişlerdir.
Tabii fatih ve muzaffer olan millete de “millî menfaatler” hatırlatılır. Bunların teker teker ne oldukları değil de, orada bir yerde böyle bir şey olduğu; ki mesela devlet onlarca insanı bombaladığında bunun cinayet değil, değiştirilemez bir takım menfaatlerin doğal sonucu olduğuna inanmamızı bekleyebilsinler.
Tecavüzcü veya kâtil bir “Türk” ile, Endonezyalı bir çocuk işçinin asla sahip olamayacağı bir öz paylaştığımız, dolayısıyla “özel” durumlarda ilkiyle saf tutmamız gerektiği anlatılır kısaca.
Milliyetçiliğin en büyük düşmanı ise grev ve direniş. Çünkü hakları için işyerini işgal eden birini, grevi yasaklayan hükümetle ve veya patronla, bambaşka bir yerde aynı talepler için aynı şekilde mücadele eden insanlardan daha fazla ortak yanı ve menfaati olduğuna inandırmak epey zordur hâliyle.
Zor diyorum, imkansız demiyorum çünkü milliyetçi fikirler hem muktedir fikirler olmaları itibariyle çok güçlüdür, hem de zaten mantığa seslenmezler. Hepimizin zihnine, yeri geldiğinde bir bayrak, sancak, şehit, mehteran gösterip uyarılmaya hazır bulunsun diye özenle inşa edilen milliyetçi imgelemi ıskartaya çıkarabilmek için direniş deneyimleriyle beraber, milliyetçilik karşıtı fikirlerin büyümesi de hayatî öneme sahip. Bunun için de milliyetçi fikir ve politikaların hegemonyasına zarar verebilecek her dinamiğe tereddütsüz omuz vermek gerekir.
İşte tam da bu yüzden: 7 Haziran’da oylar HDP’ye.
Deniz Güngören