Geçtiğimiz Pazar günü gerçekleşen taç giyme töreninden önce monarşi karşıtı protestoculara gözaltı yapmak Londra polisine yakışır biçimde son derece aptalcaydı. Londra polis teşkilatı oldukça itibarsız bir kuruluş. Öyle ki, sistemin pek âlâ içinden bir kişi olan aristokrat Louise Casey bile bir kurum olarak ırkçı, cinsiyetçi, homofobik ve yozlaşmış bir kurum olduğunu söylüyor.
Kamuoyu yoklamaları, monarşiye toplumsal desteğin, özellikle de genç kesimlerde düşüşte olduğunu gösteriyor. Polis, daha tören başlamadan eylemcileri tutuklayarak, III. Charles’ın hükümdarlığının tepe noktası olacağa benzeyen bu güne leke düşürmüş oldu.
Tabii elbette polisler kendi kafalarına göre hareket ediyor değiller. Bundan yüz küsur sene öncesinin Muhafazakar içişleri bakanı Sir Robert Peel tarafından kurulmuş olan Polis teşkilatı, her daim merkezî hükümetin temel baskı gereçlerinden biri olageldi. Bugünün içişleri bakanı olan aşırı sağcı Suella Braverman ise protesto özgürlüğüne yönelik geniş çaplı bir saldırı başlatmış durumda.
Baskı ortamındaki bu yükselişin Britanya ile sınırlı olmadığını görmek önemli. Emmanuel Macron’un çevik kuvvetleri tarafından önce 2018-2019’da sarı yeleklilere ardından bu yıl emeklilik yaşı ve ekoloji için eylem yapanlara yönelik vahşice uyguladığı şiddete tanık olduk.
Cumhuriyetçilerin elindeki Amerikan eyalet meclisleri de 2020 yılında patlak veren Siyah Hayatlar Önemlidir (Black Lives Matter) isyanlarına, protesto eylemlerine yönelik yasaları sıkılaştırarak yanıt vermişti.
ABD üzerine önemli bir çalışma olan Eylemlere Polislik Etmek’de (2021) Paul Passavant “neoliberal otoriterlik” dediği şeyin gelişimini analiz ediyor. Bunun kapsamına orantısız şiddet kullanımı ve bunun bir gövde gösterisine dönüştürülmesi, gittikçe artan ölçüde ileri askeri ekipman kullanımı ve istatistik modeller ile ırksal profilleme yöntemlerini kullanarak şüphelileri gözetleme gibi şeyler giriyor. Passavant, bu gibi yöntemlerin büyük şehirlerde finans kapitalizmini ve kitlesel tüketimi korumak için geliştirildiğini söylüyor.
Ancak şu anda yükselmekte olan baskıcı dalga, bu süreçte yeni bir aşamaya girdiğimiz izlenimini uyandırıyor. Gelişmiş kapitalist devletler dahi ekonomik ve finansal istikrarsızlığın yanı sıra iklim değişimi ve emperyalistler arası rekabetin bir sonucu olarak gittikçe kontrol etmekte daha da zorlandıkları bir ortamla karşı karşıya.
Yeni kitabım Yeni Felaketler Çağı’nda COVID-19 salgınının, devletler için gelmekte olan diğer felaketlerle nasıl baş edeceklerine dair bir deneme sürümü görevi gördüğünü tartışıyorum. Gelirlerin tamamen çökmesine engel olmak için muazzam ölçekte borçlar alındı ve seyahat özgürlüğü önemli ölçüde kısıtlandı. Bu önlemler geçmişteki salgına yönelik tedbirlerin yetersizliğiyle açıklanabilir. Ancak COVID güvenlik önlemlerinin hızla azalışı ve takip verileri gösteriyor ki, yeni virüslere karşı pekâlâ tekrar benzer tecrit uygulamalarıyla karşılaşabiliriz.
Dahası, devletler ilave baskıcı yetkiler edinmeye başladı. Burada İngiltere’de 2022’de resmileşen ve “kamusal huzursuzluk” yaratan eylemleri hedefine alan Polis, Suç, Ceza ve Mahkemeler yasasını, polislere “huzursuzluğa” engel olmak için daha da fazla yetki vermeyi hedefleyen ve meclisten telaşla geçirilen Kamu Düzeni yasası izledi. Londra polisine geçen Pazar abluka kuracak cesareti de bu düzenleme verdi.
Bunun sonucunda, ana akım politikacıların ve onların medya korolarının Batı emperyalizmi ve Çin-Rusya bloku arasındaki jeopolitik rekabeti “demokrasi” ve “otokrasi” arasında bir çekişme olarak sunmaları gittikçe daha da zor hale geliyor; tıpkı iki bloğun da muhalefete ve protestoya aynı ölçüde tahammülsüz olduğu Soğuk Savaş döneminin tepe noktası olan 1950’lerde olduğu gibi.
Ancak sistemin her daim bizi taze felaketlerle sınadığı günümüzde, amaçlanan eylemsizliğin potansiyel maliyeti çok büyük. Hem iklim değişimi ile hem de nükleer savaş tehdidiyle karşı karşıya olduğumuz bu ortamda protesto hakkımızdan vazgeçemeyiz.
Sıklıkla ikinci Soğuk Savaş diye de tabir edilen 1980’li yılların başlarındaki ortam, ABD ve SSCB arasında bir nükleer hesaplaşmaya büyük ihtimalle şimdiye kadar en fazla yaklaştığımız dönemi temsil ediyor. Büyük radikal tarihçi E.P. Thompson, bu dönemde İsyan Et ve Hayatta Kal isimli bir kitap yazmış ve tüm Avrupa’da rakip güçlerin üzerinde basınç oluşturan kitlesel nükleer silahsızlanma eylemleri için çağrılarda bulunmuştu. Şu an yapmamız gereken de tam olarak bu: isyan etmek ve hayatta kalmak.
Alex Callinicos
Çeviri: Deniz Güngören