Bu yazı, sevgili Atilla Dirim’in 3 Ocak tarihli “Devrimci parti ve toplumsal hareketler: Dışarıdan mı, içeriden mi?” başlıklı yazısının geç kalınmış bir eleştirisidir. Aslında eleştiriyi dayandıracağım temel olgu, yazının kendisinin de kendi kendini eleştirmekte olduğudur.
Fakat bu ikircikli ve gizemli iddianın hakkını vermeye girişmeden önce aradan çıkmasını istediğim birkaç şey var.
Bunlardan ilki, yazıda “mekanik anlayış” diye tabir edilen bir anlayışın, başta Arap devrimleri olmak üzere bir dizi toplumsal hareketin sol tarafından sahiplenilmeyişi, hatta üzerine kara çalınışı ve ezilmeye devam ettikleri için ezilenlerin suçlanmasının sorumlusu olduğu tespitinin yapılıyor oluşu.
Toplumdaki çok katmanlı ve çelişkili pek çok siyasi dinamiği anlamaktan aciz, kaba saba bir materyalizmin ve iki boyutlu, neredeyse kaderci bir belirlenimciliğin hâkim olduğu bozuk bir Marksizm yorumunun Türkiye solunda epey yaygın olduğu elbette doğru. Fakat örneğin Arap devrimlerine tu kaka denilmesi böylesi bir teorik çarpıklıktan değil, ayan beyan ortada olan bir siyasi pozisyondan kaynaklanıyor. Bu da sol Kemalizm’in ve Stalinizm’in bakiyesi olan, Ortadoğu’daki seküler diktatörlükleri tarihsel bakımdan ilerici güçler olarak gören siyasi pozisyon. Yani Mısır’da, Suriye’de devrimlerin “sosyalizmle taçlanmamasını” bahane edenler esas olarak Baas’çı rejimlerin yıkılmamasını istiyor ve bu kitleleri “pasif ve cahil” görmeye devam ediyorlar.
Aynı siyasi hattın LGBTi+ hareketine senelerce en iyi ihtimalle kimlik siyaseti, uç örneklerde ise kapitalizmin oyunu filan demesinin sebebini ise öyle çok çevirip dolaştırıp düşünsel yerlerde aramaya gerek olduğunu düşünmüyorum, sebebi düpedüz homofobidir. Ve tabii ki homofobinin, farklı cinsel yönelimleri sapkınlık olarak gören bir uçtan, “istediğini yapmakta özgürdür ama gözümüze de sokmasın” türünden diğer uca tüm spektrumu bu cenahın içinde de mevcuttur.
Sonuçta bu kişiler “istemiyoruz çünkü homofobiğiz” demek yerine, bunun sınıf hareketi olmadığı gibi eğri büğrü ve “mekanik” analizler sunarlar. Ancak bir şekilde “terör kamplarını protesto” veya “Silivri’yle dayanışma” eylemlerinin sınıfsal muhtevasını incelerken aynı özeni nedense göstermezler. Geçmişte bu hareketleri kimlikçi diye dışlayanların bugün LGBTi+ kolları kuruyor oluşu ise LGBTi+ hareketinin, mücadele ile daha önceki pozisyonlarını savunulamaz hale getirmiş olmasından kaynaklanıyor.
Bu siyasi pozisyonun altyapısını belirleyen ise, adeta Sovyet propaganda filmlerindeki aydınlık ve güleç yüzlü işçilere benzemeyen herhangi bir kimseyle siyaset yapılamayacağı düşüncesi; toplumları, devrim yapacak olgunluğa ve bilinç seviyesine ulaşana kadar kendi kendine zarardan başka bir şey getiremeyecek tehlikeli yığınlar olarak gören bir ideoloji. Tabii bu cümle özelinde Dirim ile ayrı düşeceğimizi sanmıyorum. Fakat bu ideolojinin problemi, en temelinde sol soslu bir burjuva ideolojisi olmasından kaynaklanıyor. Sınıfsal karakterini es geçip sorunu kökündeki bir kuramsal veya davranışsal yanlışa dayandırırsak eğer, biz de bir tür idealist tuzağa yakalanmış oluruz.
İkincisi, ezilenlerin “bilinçsizliğine”, “dini inançlarından gelen uyuşmuşluk haline” yapılan vurgu ile örgütsüzlüklerine yapılan vurguların aynı kategoride olmasına edeceğim itiraz. Eğer ki ezilenlerin örgütsüzlükleri kendi suçları olarak resmediliyorsa bu epeyce bir sorundur tabii. Fakat bunun haricinde sendikalı olmanın, LGBTi aktivisti olmanın hatta demokrasiyle ilgili iş yapan bir STK’nın çalışanı olmanın bile risk olduğu bir yerde ezilenlerin örgütsüzlüğü tepeden üretiliyor demektir, dolayısıyla mekanik düşünmeyen devrimci Marksistlerin de sorunudur. Aslında yazının genelinde “yanlış yoldaki bir sol cenah” çok kalın bir fırçayla resmediliyor ve bunların kim oldukları belirtilmiyor dolayısıyla da bir parça at izi/it izi karmaşası yaşıyoruz.
Üçüncüsü ise kesişimsellik tartışması. Aslında yazıda kesişimsellik yalnızca bir cümlede ve açıkça sahiplenilerek değil farklı ezilen grupların arasındaki diyalogu tarif etmek için kullanılıyor. Öte yandan, işçi hareketleri ile LGBTi+ hareketlerinin, aynı kategoride fakat öznesi farklı toplumsal hareketler olarak resmedilmesi çerçeve olarak kesişimselliğin benimsendiğini düşündürüyor. Benimsenmesinde tek başına hiçbir sorun olamaz elbette. Fakat hem devrimci Marksizmin hem kesişimselliğin aynı anda benimsenmesi hem bir kavram karmaşası hem de bir stratejik tutarsızlık doğuruyor.
Devrimci marksizmin kesişimsellik ile uyuşmazlığı, kesişimsellik çerçevesinde verilmiş literatürün güncel toplumdaki ayrımcılık biçimlerinin tasvirlerine getirdiği zenginliğin devrimci Marksistler tarafından önemsenmemesinden kaynaklanmıyor elbette. Ezilme ve ayrımcılık biçimlerinin kökeni ile ilgili bir tartışmadır bu. Ve işçi sınıfının özel konumu da diğer ezilenlerden daha çok ezildiği veya biricik ve çok özel bir grup insan olduğu inancına değil, yaşadığımız toplumun, dolayısıyla onun ürettiği temel çelişkilerin, üretimin -işçiler ve patronlar olarak- örgütleniş biçiminden kaynaklandığı, dolayısıyla sistemi kökünden sarsmanın tek yolunun üretim yerlerindeki isyandan geçtiği tespitine dayanıyor.
Dahası, yazının merkezinde yer alan, devrimcilerin her türden toplumsal hareketin öznesi olması gerektiği iddiasını, yazının kendi çerçevesini esas kabul edip işçi hareketine uyguladığımız zaman, devrimcilerin, devrimci faaliyet olarak işyerlerine işçi olarak girmesi gerektiği sonucu, yani entrizm taktiği ortaya çıkıyor, stratejik tutarsızlıktan kast ettiğim de bu.
Gelelim esas iddiamıza. Dirim’in yazısının merkezine koyduğu temel çatışma, hareketlerin orada hareket etmeye hazır beklediği, fakat soldaki mekanik anlayış bunların kendiliğinden kitlesel olarak sokağa çıkmasını bekleyip üzerine düşeni yapmadığı için bunların parçalı kalıyor oluşu.
Bir defa şunu belirterek söze başlamak gerekiyor; toplumun ezilen her kesiminde birikmiş öfke mevcuttur bu doğru, ama eğer kolluk baskısı ve yargı tehdidi hareketleri parçalı ve çekinik tutmaya yetiyorsa, evet, ortalık an itibariyle “sütliman” demektir. Biz gidip hareketleri canlandırmadığımız, yüreklendirmediğimiz için bu hareketler sokakta değil diye bir tespit yapmak ise ne yazık ki iradeciliğe denk düşüyor.
Fakat daha önemlisi, bu hareketlerin ve daha geniş bir toplumsal infialin önünü tıkayan tek başına polis veya yargıç sopası değil, ortak çıkarlar etrafında ve sınıf talepleriyle hareket ettiğinde kazanacak gücü olan farklı toplumsal kesimlerin politik saldırılarla bölünmüş oluşu. Yazının kendi kendisini eleştirdiğini söylerken de bunu kast ediyorum. Zira yazının başında homofobiyle, transfobiyle, cinsiyetçilikle, ırkçılıkla “ezici çoğunluğu işçi sınıfının parçası olan” pek çok dışlanmış toplumsal kesimin nasıl birbirinden kopuk tutulduğu çok doğru biçimde tarif ediliyor. Fakat sonrasında mücadelenin yeşermeyişinin sebebi olarak bambaşka bir gerekçe sunuluyor.
Bir defa bugün solun bu hareketlerle kurduğu ilişkide belirleyici bir eğilim varsa, bu “kendiliğindencilik” değil, oportünizm ve reformizm olarak tarif edilmeli. Sol bu hareketlerin kendiliğinden sokağa çıkmasını beklemiyor, sol ekseriyetle seçimlere kadar kimsenin var olan statükoyu sarsmaması için çalışma yapıyor. Bu hareketlere ise getireceği oy ölçüsünde ilgi alaka gösteriyor.
Fakat yazıdaki esas çelişki, bir yandan devrimci parti inşası çağrısı yaparken öbür yandan -üstelik bununla eş anlamlı olduğu iddiasıyla- devrimcilerin toplumsal hareketlerin öznesi olması gerektiğinin salık verilmesi. Oysa bu ikisi birbiriyle rakip stratejiler olarak ele alınmalı.
Bir diğeri ise ezilenlerin egemen sınıf fikirlerinden kurtulmasının, başka bir deyişle “bilinçlenmesinin” tek yolunun devrimcilerin teker teker bu öznelerin güvenini kazanmasından geçtiği ifadesi. Oysa ezilenlerin devrimci fikirlere yaklaşması devrimcilerin ne kadar devrimcilik anlattığına değil, mücadele seviyesine bağlıdır. Bir yerde mücadele deneyimi olan devrimci sayısı ne kadar çoksa, orada mücadelenin yükselme ve militanlaşma olasılığı da daha yüksek olur, hiç şüphesiz. Fakat bu, mücadele potansiyeli olan yerlere devrimciler konuşlandırarak değil, hayatın her alanından insanın devrimci partiye kazanılması için çalışarak hedeflenebilir ancak. Öbür türlüsü yazının da eleştirdiği, bilinçsiz kesimlere bilinç götürme, devrimcilik aşılama fikrine oldukça yakınlaşıyor maalesef.
Güven kazanma gerekliliği üzerinde de ayrıca durma ihtiyacı hissediyorum çünkü birisi bu kadar aşikâr bir şeyi ilan ettiğinde “hangi durumlarda bunun ihmal edildiğini düşünüyor acaba?” diye geçiyor aklımdan.
Lise çağındayken Beyoğlu’na her gidişimde mutlaka midye yerdim ve sohbet ettiğim midyecilere “ben Mardinliyim, ismim Ruşen” derdim. Beni beyaz orta sınıf bebesi olarak görmesinler, bana güvensinler istiyordum çünkü. Şimdi biraz komik biraz da utanç verici buluyorum bunu. Fakat teşbihte hata olmaz diyerek, siyasi hedefi net olmayan bir güven kazanma faaliyetini biraz bu duruma benzettiğimi söylemek durumundayım.
Devrimci parti toplumsal hareketlerle tam da yukarıda bahsedilen sebeplerle, homofobinin, transfobinin, cinsiyetçiliğin ve işçi sınıfını bölen türlü ayrımcılığın geriletilmesinin elzem olması sebebiyle ilişki kurarlar. Bunu da gizlemezler. İşçi iktidarı için mücadele eden bir devrimci parti ile çeşitli toplumsal kesimlerin eşitliği için mücadele eden hareketlerin hedefleri pek çok zaman ortak düşer ve bunun için iş birliği yaparlar, fakat gündemleri farklıdır. Buradan, bireysel olarak devrimcilerin birbirinden izole taleplere odaklanmış robotlar oldukları, bu hareketlerde tanıştıkları insanları sevemeyecekleri, onların deneyimleriyle duygudaşlık kurmamaları veya onlardan öğrenmemeleri gerektiği sonucu çıkmaz. Bilakis, gerçek güven hem ortaklıklarımız hem farklılıklarımızla ilgili açık olabildiğimiz zaman kazanılabilir bence.
Beğenmemekte Atilla Dirim ile ortaklaştığımız solcular dahil, hiçbir yerde “arkadaşlar ikna etmemiz gerekmiyor, gazete verelim yeter” diye bir tutum ben görmedim. Siyaseti böyle anlayanlar basit tabirle kötü devrimcidir ve hepimiz kimi günler kötü devrimci olmuşuzdur şüphesiz.
Sıradan insanların devrimci fikirlere yakınlaşması, mücadele içinde etraflarındaki dünyanın değişmez olmadığını deneyimlemeleriyle mümkündür. Devrimci Marksistler ise bu mücadelelerin kapitalist topluma içkin çelişkilerden kaynaklandığı ve er ya da geç patlak vereceği tespitini yaparlar, devrimcilerin aydınlatıp mücadeleye ittiği insanların eylemi olarak görmezler.
Devrimci parti ise bu hareketlerin enerjisinin ortak bir hedefe, kapitalizme yöneltilebilmesi için gereklidir. Bu, hareketlerin araç olarak görülmesinden değil, devrimcilerin tüm ayrımcılık biçimleri ile kapitalist toplum arasındaki doğrudan ilişki kuran bir teorik çerçeve etrafında siyasi pratiklerini kurmalarından kaynaklanır.
Tabii ki şiddet gören bir kadına, mobbing’e uğrayan bir eşcinsele veya polis korkusuyla çalışan bir trans seks işçisine basitçe “sorunlarının kaynağı kapitalizm” denilirse sizi bir daha yolda gördüğünde kaldırım değiştirecektir. Bu yüzden siyasi ilişki kurmak dayanışmadan geçer.
Devrimci partinin inşası da bu toplumsal gruplar isyan ettiklerinde birlik içinde ve siyasi açıdan tutarlı davranabilen bir siyasi örgütün inşasıdır. Bu isyanları ateşleme faaliyeti değildir. Ve elbette devrimciler öğrencidir, işçidir, kadındır, LGBTi+’dır ve kendi okullarında, işyerlerinde, meslek örgütlerinde dayanışmayı ve mücadeleyi örgütlemeye çalışırlar. Hayatın içinde olmayan bir insan Dirim’in de dediği gibi, mücadele eden insanları anlayamaz, onlarla bağ kuramaz ve güvenlerini kazanamaz.
Hareketlerin güvenini kazanabilmek için tutarlı, özgüvenli ve kalabalık bir devrimci partiyi hedeflemeliyiz. Yan yana yürüdüğümüz hareketlerin öznelerine kendimizi ispatlamanın yolu buradan geçiyor.
Deniz Güngören