Yönetmen Romain Gavras’ın Paris banliyölerindeki Athena sosyal konutlarında yaşanan polis vahşetine karşı başlayan bir isyanı konu aldığı, olan biten her şeyi son derece açık sözlü bir anlatıyla ekrana yansıtan Athena, 12 dakika boyunca süren nefes kesici açılış sahnesiyle sinemanın unutulmazları arasındaki yerini layıkıyla alacak bir film.
Fakat Gavras’ın biçimsel dehasının da ötesinde, tüm olay örgüsünü amansız bir tempoda ilerleyecek bir Yunan tragedyası olarak yapılandırdığı bu nev-i şahsına münhasır filmin asıl başarısı, adalet isteyenlerin çığlığını imgeler ve duygular yoluyla aktarmayı başarmış olması.
Film, polislerin Cezayirli/Fransız bir genci döverek öldürdüğünü gösteren görüntülerin ortaya çıkması üzerine başlayan “gerçek zamanlı” bir isyan olarak tasarlanmış; bir tarafta Athena sakinlerinin bastırılamaz öfkesi var, diğer tarafta onların karşısına polis üniformasıyla dikilen ırkçı, aşırı sağcı devlet güçleri.
Karakolda gerçekleştirilen bir basın açıklaması sırasında emniyet güçlerinin, bu polis vahşetini araştıracaklarına dair söz verdikleri bir sahneyle açılan film, dinleyiciler arasında bulunan Karim’in işaretiyle saldırıya geçen yüzü maskeli gençlerin fırlattığı molotof kokteyli kadar patlayıcı bir tempoda, oyuncuları yakın plandan takip eden kameranın kesintisiz çekimleriyle devam ediyor. O muhteşem 12 dakika boyunca baş döndürücü bir hızla ve giderek radikalleşen bir anlatıyla ilerleyip sonunda tam ortasına bırakıldığımız bir savaş alanında buluyoruz kendimizi. Karakterlerin birini bırakıp diğerini alan Gavras’ın bizleri takdire şayan bir yönetmenlikle selamladığı bu benzersiz tek plan çekimde izleyiciye düşense, az sonra tüm taşlar yerine oturduğunda o karakterlerin hangi duyguları harekete geçireceğini tahmin etmeye çalışmaktan ibaret sadece. Çünkü oyuncuların salt duygu kanalları olarak tasarlandığı bir film bu.
Karakolda sağduyu çağrısı yaparak her an çıkabilecek bir isyana engel olmaya çalışan üniformalı Abdel’in, isyanın lideri Karim’in ve polis tarafından katledilen 13 yaşındaki Idir’in kardeş olduklarını anladığımız anda artık o kaosun içindeyiz. Abdel’den (Dali Benssalah) başlayıp Karim’e (Sami Slimane), ondan Athena’daki hazırlıklara, ardından üniformalıları temsil edip etmediği sorusuna en başından şerh düşülmüş bir polis memuru olan Jérôme’a (Anthony Bajon) ve sonra makyavelist uyuşturucu baronu – aynı zamanda Abdel ile Karim’in ağabeyleri olan- Moktar’a (Ouassini Embarek) atlarken dört kardeşin adalet arayışında ayrıştıkları yerleri de belirgin biçimde görebiliyoruz. (Idir’in ölümüyle geriye dört kardeş kalıyor ama yönetmen film boyunca bu üç kardeşe ağırlık vermeyi tercih ediyor.)
Protestocular tarafından rehin alınan polis memuru Jérôme’dan Karim’in madalyalı bir ordu gazisi olduğunu anladığımız ağabeyi Abdel’e kadar herkesin anlatacak bir hikayesi olsa da bunu yapacak zamanı bulabilmeleri mümkün değil. Gavras, kendisine meydan okuyan en büyük zorluğun tam olarak bu olduğunu söylüyor ve bir röportajında “Karakterlerini, benim açıklamama gerek kalmadan somutlaştırmayı başarsınlar istedim” diyordu. Tıpkı kendisini öyle bir kaosun kalbinde bulacak birinin, yaşananları biraz daha mantıksal bir çerçeveden değerlendirecek kadar durup düşünmeye vakit bulamayacak olması gibi, oyuncuların da üstlendikleri karakterleri ekrana nasıl yansıtacakları üzerine düşünmeye fırsat bulamadıkları çok açık. Herkesin bir şeye doğru koştuğu ya da ondan kaçtığı bir filmde, bir oyuncunun bu düzeyde bir performansı sahnelemesi ne kadar zorsa, bir yönetmen için de 12 dakikalık hayli yüklü bir çekimin ardından neredeyse hiç hız kesmeden devam ederken tüm bunların altından kalkabilmesi bir o kadar zor elbette.
Bu da yetmezmiş gibi, görüntü yönetmeni Matias Boucard eşliğinde gaza basarken sembolizm ve ikonografiyle dolu bir anlatıya yöneliyor Gavras. Diğer bir deyişle, tüm derdini duygularla ifade ederek ya da hedeflediği duyguları belirli sembollerle dürtüp harekete geçirerek anlatmayı da başarıyor.
Bu banliyö destanının en etkileyici sahnelerinden biriyse herkesi yatıştırmak için elinden geleni yapan Abdel'in aslında başından beri bildiği gerçeği, yani ırkçı aşırı sağ güçlerin emrindeki polisle bir uzlaşmaya varılamayacağını yeniden keşfettiği bir dönüşüm anı. Abdel, isyancıların ne kadar haklı olduğunu anlarken, onu, isyanın kalbindeki bir meczup olarak resmedilen Sébastien (Alexis Manenti) karakterinin yıkıcı değişimi izliyor. Birinin isyanı başarıya ulaştırabilecek dönüşümü, bir diğerinin anbean çıldırmasıyla el ele verip kaçınılmaz bir çöküşe götürüyor Athena’yı.
İyi ama kadınlar nerede?
Üç erkek kardeş, kalkanlarını “300 Spartalı” gibi kuşanan, coplarını, biber gazlarını ve her türden silahlarını “yapıyoruz, çünkü yapabiliyoruz” rahatlığı ve acımasızlığıyla kullanan ırkçı ve aşırı sağcı güçler karşısında, bir Yunan tragedyasında olsalar hangi arketipleri temsil edeceklerse aynılarını, işçi sınıfına dair belirli rolleri üstlenerek yansıtıyorlar. Kız kardeşlerinin geri planda tutulmuş olması ise belki de isyanın neden başarıya ulaşmadığını göstermenin bir yoluydu.
Sahi, kadınlar neden bu isyanın ön saflarında değildi?
Duyguların ele geçirdiği Karim, sadece kendisini düşünen Moktar ve ta başından yanlış yerde konumlanıp kendi çelişkilerinin kurbanına dönüşen Abdel, Yunan tragedyalarındaki gibi art arda düşerken, ahlak polisi tarafından katledilen Mahsa Amini’nin ardından İran sokaklarını “Jin, Jiyan, Azadi” sloganlarıyla inleten kadınlar geliyor akla. Ve tarih boyunca gerçekleşen tüm isyanların ön saflarında yer almış olan o kadınlar…
Kadını dışarıda bırakmış olması filmin affedilmez bir kusuru muydu yoksa devrimin kadınlar olmadan yapılamayacağını göstermenin bir yolu mu, bilinmez. Kesin olan bir şey var ki Athena, harikulade teknik becerisiyle sizi yakanızdan kavrayıp 90 dakika boyunca bırakmayacak: Kaosun içinde bir balerin zarafetiyle dolaşan o kameraya teslim olun ve bırakın sizi istediği yere götürsün.
Tuna Emren
(Sosyalist İşçi)