Garipliklerin ülkesindeyiz. Hukuk var ama hukuk devleti değil, kurallar var ama sosyal düzen bozuk. Kadim halkların yüzü suyu hürmetine mi bir şeyler ayakta? Galiba öyle.
Ayyuka çıkan kadın cinayetleri, trafik kazaları, düğünlerdeki kavgalar, toplu taşımada ve trafikteki tartışmalar vs. Hangi birini sayayım. Diyalektiğe göre sorunların olması doğal da pek çok ülkede bu sorunların oranı bu kadar yüksek değil.
Olayların, felaketlerin çokluğu fıtrat ya da kader olamaz; olsa olsa kuralsızlık, ihmal, boşvermişlik ve politikacıların çıkar hesaplarıdır.
Türkiye’de özellikle şaşırdığım üç şey var. Trafik kazaları, pahalılık ve göçmen düşmanlığı. Birincisiyle başlayayım. Üç yıl önce ehliyet aldım, şimdi de Londra’da ehliyet almaya çalışıyorum. Türkiye'de trafik kitabında ve sınavda yayalara dair birkaç cümle edilirken İngiltere’de sayfalarca “savunmasız yol kullanıcıları” üzerine soru çözmek zorundayım. İstanbul’a gelişimin ikinci günü Bağdat Caddesi’ndeki bir yaya kaldırımından geçmek istedim, hiçbir araç durmadı. Trafik yavaşladığında el ettim ve geçmeye çalıştım. Bir taksici suçluymuşum gibi tepki verdi, burası yaya geçidi dediğimde bana “Yürü git, konuşma!” diye bağırdı.
Gaziantep ve Mardin’de meydana gelen trafik kazalarındaki ihmalleri ve daha nicelerini bir tarafa bırakıp asıl konuma döneyim. İki kişi bir araya geldiğimizde ilk konuşulan konu pahalılık. Şu ürün ne kadar, bu ürün ne kadar artmış deyip sonu “Bu insanlar nasıl geçiniyor?” ile biten cümleler kuruldu. Üç kişi bir araya geldiğimizde de Suriyeli, Afgan düşmanlığıyla ve onlara dair nefret söylemleriyle karşı karıya kaldım. Pahalılık normalleşmiş gibi. Oysa göçmen düşmanlığı hâlâ çok canlı ve nefret dili sınırsız. Olan biten her şeyin faturası onlara çıkarılıyor. Kötü olan her şey mültecilerle özdeşleştiriliyor. Kötüleşen yaşam şartlarıyla mülteciler arasında nedensellik kuruluyor. Oysa vatandaş 1 TL fakirleşiyorsa mülteci 3 TL fakirleşiyor. Körfezden gelen, para harcayan kişilerle mülteciler bir tutulup ırkçılık yükseltiliyor.`
Göç alan tüm ülkelerde yükselen bir milliyetçilik, ırkçılık, dolayısıyla göçmen düşmanlığı var, hatta politikacıların bu yönde çalışmaları da var, Danimarka ve İngiltere’de olduğu gibi. Neyse ki ırkçılıkla mücadele bu ülkelerde çok etkin olduğundan hedeflerine ulaşmakta güçlük çekiyorlar. Yine de bu ülkelerdeki ırkçı partiler dışındaki politikacılar, Türkiye’dekiler gibi her konuştuklarında gündemleri göçmenler olmuyor ve “Göndereceğiz” diye konuşmaya başlamıyorlar.
Son aylarda ırkçıların etkisiyle toplumda yayılan göçmen düşmanlığına tüm partiler kulak verip gündem yaptı. Türkiye’nin ana muhalefetinin ve diğer partilerinin en önemli gündem maddesi göçmenler. İktidar da kucak açtığı göçmenler için yıllardır gerekli insani düzenlemeleri yapmadı, gerekli korumayı sağlamadı. Sonuçlarını umursamadan mülteci meselesi üzerinden siyaset yapılıyor. Kuruluş amacı sadece göçmen düşmanlığı olan bir partinin oyu yüzde 3’lere dayandı, göçmenlere yönelik saldırılar arttı. İktidarın ve ana muhalefetin aklıselim açıklamalar yaparak tansiyonu düşürmesi gerekir.
Birkaç haftadır ırkçılık karşıtı mücadelenin etkisiyle tüm partiler daha yumuşak, daha akılcı açıklamalar yapmaya çalışıyor gibi. Yine de herkes göndermekten bahsediyor. İsteyen tabii ki topraklarına dönebilir ama göçmen olmanın tüm zorluklarına rağmen burada kalmayı tercih edenler var. Nefret söylemi içinde olanlar ne yazık ki kendilerinin ve sığınmacıların insan olduklarını unutmuşlar. Oysa sığınmacıların da bir hayatı var, hayalleri var, çocukları var. Asıl anlamadığım ise kendini entelektüel olarak tanımlayanlar, tahammülleri yok, Afganlara ve Suriyelilere karşı. Sosyalistler ezilenlerden, ezilenlerin haklarını savunmaktan bahsederken; Müslümanlar Tanrı’dan, ümmet olmaktan, komşun açken rahat uyumamaktan dem vururken; savunmasız, en zor şartlarda yaşayan bu insanlara karşı vicdanlar nasıl köreliyor?
Toplumun sakinleşmesi ve insanların vicdanlarının olduğunu hatırlamaları için öncelikle iktidar ve ana muhalefetin göçmenlerle ilgili gerekli hukuki adımları atmaları, tercihleri bu ülkede kalmak olan insanların nasıl korunacağı ve entregre edileceği üzerine çalışmalar yapmaları şart. Seyrani’nin dediği gibi balık baştan kokar. Hukuk da kurallar da başımızdakilerin elinde.
Sığınmacılar ucuz politikalarla seçim malzemesi haline gelmemeli. Irkçılığın önü alınmalı. Acı olaylar yaşanırsa uzun vadede önce politikacılar, sonra ülke, daha sonra da tüm toplum kaybedecek. Kaybolan da insanlıkları olacak.
Tarihin iyiyi de kötüyü de not düştüğü unutulmamalı.
Figen Dayıcık Fırat
* Dr.Ayşen Üstübici