En baştan söyleyeceğim ki kafa karışıklığı olmasın, Müzik Susturulamaz Müzisyenler Susmaz bildirisine imzacı olan 1134 müzisyen ve müzik emekçisinin arasında ben de varım. Henüz imzalamayan tüm müzisyen arkadaşlarımın da imzalaması gerektiğini düşünüyorum. Ataleti aşmak için dayanışmaya ihtiyacımız var!
Fakat çok ciddi eleştirilerim var, umarım bunları konuşacak zeminimiz olur da hep birlikte tartışırız:
Bence her şeyden önce kültür savaşı tuzağına düşmenin çok yakın yöresinde kalıyor metnimiz. Yani meseleyi iki kültürel kutbun çatışması olarak okuyan ve okutan, tüm hayatımızı kuşatan ve hayatı anlamakta da dönüştürmekte de başarısız olduğu defalarca kanıtlanmış bir hattın çerçevesini benimsiyor büyük ölçüde. Oysa bu yasakların da genel olarak hiç durmayacakmışçasına sürekli artan baskıların da esas hedefinde "bizim" olduğumuzu düşünmüyorum.
Şüphesiz muhalif olanlar cezalandırılıyor. Demirtaş’ın, Osman Kavala’nın, Canan Kaftancıoğlu’nun, kargaları bile güldürecek iddianamelerle hapiste tutulması gibi, bu yasaklar da iktidarın uydusu olmayan cümle toplumsal ve siyasi gücü terörize etmek için kullanılıyor tabii ki.
Ama bence iktidar kendi tabanına ve genel olarak kararsızlara "kımıldama!" mesajı vermeyi amaçlıyor esas olarak.
Ve bunu yalnızca seçimler bağlamında düşünmek hata olacaktır; iktidar, herkesi paylaşmaya mecbur bıraktığı sefaletin bir sonucu olarak, var olan siyasi kampları yaracak bir toplumsal hareketin pekâlâ mümkün olduğunu görüyor ve her şeyden çok bundan korkuyor. Esasen kendine de pekâlâ lazım olan hukukun meşruiyetinin son kalan kırıntılarını da Gezi‘yi darbe teşebbüsü gibi gösterebilmek için çarçur ediyor oluşu ise bunun en gözle görünür kanıtı.
Üstelik belki daha da önemlisi "biz ve onlar" oyununu en güzel oynayan iktidarın kendisi, bizimse başka bir çerçeveye ihtiyacımız var kazanmak için. Kısacası, "ötekiye, kendileri gibi olmayana duyulan nefret" gibi soyut ve duygusal bir tarif. -böylesi bir nefretin üretimi ve diri tutulması iktidara yakıt sağlıyor olsa da- tek başına çok yetersiz bir tarif.
Yetersiz çünkü bizi iktidarın saldırganlığının, yönetenlerin duygu dünyasından geldiğini düşünmeye itecek bir tarif bu. Yasakları, güzelliği göremediği, anlayamadığı için onu bozmaya çalışan hırçın bir çocuğun davranışı gibi yorumlamak doğru değil. İktidarı yenilmez ve yanılmaz bir varlık olarak görmek ne denli yanlışsa, tamamen yönünü yitirmiş salt itkileriyle hareket eden yaralı bir hayvan gibi resmetmek de o kadar yanlış.
Ve her şey "bizimle" ilgili değil. Tüm yatırımını usulca seçimleri bekleme stratejisine koymuş bir demokrasi blokunu durdurmanın, doları baskılamak için kamu kaynaklarını boca etmesine rağmen her şeye haftada bir zam gelmesi gerçeğiyle karşı karşıya olan bir iktidarın kaygıları arasında başlarda geldiğini düşünmek için pek bir sebep bulamıyorum kendi adıma. İktidarı gerçekten endişelendirebilmek için bu dar perspektifi aşmamız ve bizi bu kültürel kutuplaşmaya iterek 20 sene iktidarda kalmış olanlara kendi dillerinde cevap vermeyi bırakmamız gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü ne bu iktidar bloku ne de -aktörler değişse bile- bu yönetme tarzı, bir tane adama duyulan kızgınlık dışında hiçbir şey paylaşmayan, seçmenlik dışında her türlü politik kimliğe ve iradeye karşı korkutulan kitlelerin eylemiyle bir yere kıpırdatılabilir. İktidarın kurduğu ve yönettiği sunî kültürel yarılmayı aşıp, gerçek ortak paydalar ve hedefler bulabilen ve yalnızca sandığı değil hayatın her alanını kendine mecra yapan bir kitlenin ise karşısında hiçbir güç duramaz.
İkincisi, “Ne yaptığınızı siz de biliyorsunuz, biz de biliyoruz” ifadesi, benim en son İstiklal Marşını güzel söylemediğim için müdürün odasına sürüklendiğim bir gün, lisede, müdür yardımcısından duyduğum bir ifadedir. Ben o gün o odadan “Anladım, iyi günler.” deyip çıkabildiysem eğer, fil gibi olmuş iktidar blokunu -tüm şekilsizliğine rağmen- böyle bir kararsızlıkla ürkütemeyeceğimiz sonucuna varmak zorundayım. Tam neyle karşı karşıya olduğumuzu tarif ederken çok daha net olmamız, tarifi örtmek, gizlemek yerine tarifimizi beğenmeyenlerle uzun uzun tartışmaya sabrımız olması gerektiğini düşünüyorum. Üstelik, gerçekten neler olup bittiği konusunda kafası karışık olan insanlarla bir araya gelebilmek için de ayakları yere basan açıklamalara ihtiyacımız var.
Son olarak da sevinçlerin, hüzünlerin, acıların vs. müzikle alakası olmadığını söyleyecek kadar kalpsiz değilim elbette. Ama ilk sözümüz bunlar olunca biraz “abilerim ablalarım, sizleri kâh güldüren kâh ağlatan bizler…” tonunda bir sulu gözlülüğe düştüğümüz hissi uyanıyor içimde.
Müzisyenler ve tüm müzik sektörü emekçileri her şeyden önce işçidir.
Bu, sanatçı olmadıkları, yaptıkları işe kazandıkları paranın ötesinde değer vermedikleri şeklinde yorumlanmamalı. Şahsen tüm zorluklarına karşın her gün müzisyen olduğum için şükrediyorum desem yeridir ve böyle hisseden sayısız insan tanıyorum. Ama bizi birleştirecek olan ortak payda emek. Ve bildirinin -müzik sektörü emekçilerinin yaşadıkları zorluklara dair yaptığı tüm değerli vurgulara rağmen, esas açıyı buradan yani emekten kurmakta başarısız olduğunu düşünüyorum.
Fakat elbette bir kere daha söylemek gerekiyor ki müzisyenlere nefes alacak bir avuç havayı bile çok gören bu zorbalığa, umarsızlığa ve aşağılamaya karşı birleşmeyi salık veren bu bildiri, umut dolu bir başlangıcın potansiyelini taşıyor. Dolayısıyla farklılıklarımızı tartışmaya devam ederek bu çağrıya kulak vermenin hepimiz için elzem olduğunu düşünüyorum. Kimse bizim için bir şey yapmayacak. Onurlu ve insanca bir yaşam da, daha özgür bir sanat ortamı da ancak tüm müzik emekçilerinin haklarına ve emeklerine hep birlikte sahip çıkabilecekleri bir platformu hedeflemesiyle mümkün olabilir.
Diliyorum ki kılı kırk yarmak olarak değil, tüm müzik emekçilerini bir araya getirecek çetin ama dostça bir tartışmanın tohumu olarak okunur.
Deniz Güngören