Geçtiğimiz günlerde Demirtaş’ın bir televizyon programında “halk soykırımı tanımazken size ne oluyor” mealinde bir soruya verdiği yanıt birçoğumuzu sarstı.
Lafı dolandırmaya gerek yok; özetle resmî inkâr tezlerinin, hepimizin bildiği belki de en popüler ve “ılımlı” nakaratındaki “tarihçiler” ibaresinin “halk” sözcüğü ile ikâme edilmiş hâliydi ne yazık ki.
Afallayan bizlerle birlikte, elbette adeta “dediğimiz çıktı” coşkusuyla, soykırımın tanınıp tanınmamasını talî, zorlama, hattâ sakıncalı bulduğu hâlde, HDP’nin ilkesiz jestini, tüm politik temsiliyetini ve güvenilirliğini yanlışlayan bir şeymiş gibi gösteren insanlar da var.
Öncelikle, yukarıda da mümkün olduğunca net ifade etmeye çalışmış olsam da bir şeyi iyice belirginleştirmekte fayda var:
1.5 milyon insanın Ermeni ve Hristiyan olduğu için öldürülmesinin soykırım olup olmadığının takdirini “halka bırakmak” demokrasi falan değildir. Bir çocuğun öldürülüp öldürülmeyeceğine –çocuğun ne kadar yaramaz olduğunu, iffetsiz ve saygısız davrandığını, küçükken gördüğü şiddet ve anne babasının ayrı olması ile gerekçelendirerek anlatan türlü medya eşiliğinde- halkın karar vermesi kadar anti-demokratiktir aksine.
Yapılması gereken soykırımı yapanların ve onların mirasçılarının, devletin propaganda aygıtı marifetiyle ördüğü ideolojik duvarı delecek politikalar üretmektir; tıpkı HDP’nin birkaç gün önceki beyanat ile mâlesef sarsılan tutumu ile yaptığı gibi.
Ne oldu da 100 yıldır ilk defa soykırımı kayıtsız şartsız tanıdığını söyleyen bir kitle partisi “nazikçe” o kadar da ileri gitmeyeceğinin sinyalini verme ihtiyacı duydu peki? Kesin bir şey söylemek zor elbette, ama en kuvvetli ihtimal şu ki; parti içinden, zaten bu tutumdan biraz rahatsız olan birleri, CHP’den geleceği düşünülen potansiyel oyları öne sürerek politika yaptı ve bir süreliğine kazandı.
Şimdi bir kaç şeyi hatırlamak lâzım. Öncelikle HDP toplumdaki değişim ve özgürlük taleplerini seçim programına katmaya çalışan herhangi bir ana-akım sol parti değil; siyasi tarihinin ilk 20 küsûr senesini bizzat aynı devletin yok etmeye çalıştığı bir halkın direnişi ile geçirmiş bir hareketin kitleselleşme teşebbüsü. Her ne kadar yakın sayılabilecek zamanda işittiğimiz “lobi” benzeri ifadelerden anladığımız üzere “millet” kavramıyla geniş anlamıyla çok yeni hesaplaşıyor olsa da, bu hesaplaşmayı, gerek aynı şiddetin öznesi olduğu için, gerek 100. yılda oluşan büyük basınç sayesinde, “ne olursa olsun tanıyoruz” diyebilecek kadar hızlı yapabilmiş bir hareket. Yâni tamamen mûaf olmasa da, inkârcılık Kürt hareketine içkin değil, çünkü hareketin mücâdele ettiği bir ideolojinin parçası.
Ayrıca Kürdistan’da barışın Kürt halkının talepleri lehine sağlanması ile birlikte, tolumdaki tüm hak ve özgürlük taleplerini doğrudan, kadınların, LGBTi’lerin, işçilerin, ekoloji aktivistlerinin örgütlü mücadelesine referansla savunan tek hareket. Tam da bu yüzden, barajı aşmasının Türkiye siyasetinde özgürlük mücadelesi lehine bir kırılma yaratabileceği için önemsiyor ve destekliyoruz zaten.
Ve tabî ki, bir askerî darbeyle tesis edilen ve o darbenin devamını temsil eden dünyadaki en yüksek seçim barajının gayrı-meşruluğunu, o barajın siyaset dışı bırakması istenilen hareket(ler) olarak, uygulamayla ispatlama potansiyeli olan bir parti.
Ama elbette asla ve asla “sıkalım dişimizi çaktırmayalım, hele barajı geçsin sonra bakarız” demeyeceğim.
Teşbihte hatâ olmaz mâdem; Filistin asıllı İngiliz sosyalist Tony Cliff’in mücadelede alınagelen tutumları özetlemek için kullandığı bir hikaye var, kabaca şöyle:
Bir grev esnasında grevdeki işçilerden birinin ırkçı olduğunu farz edelim. Alınabilecek özetle üç tutum var. İlki elbette grevi terk etmek, -ki buna sekter tutum der. İkincisi görmezden gelmek, sonraya bırakmak; bu ise popülist tutum oluyor. Üçüncü ve savunulan ise hem ırkçıya karşı diğer işçilerle birlikte mücadele etmek ve onu iknâ etmeye çalışmak, hem de greve devam etmek; mücadelede kazandıracak olan tutum budur diye anlatır.
Teşbihe dair genel kabullerin arkasına sığınarak bu hikayeyi anlattığımı da tekrarlayayım, kimseye ırkçı demek değil niyetim zirâ.
Ancak bu zor gözüken yol evet mümkün. Biz hep istemediğimiz iki seçenekten birini seçmek olarak görmeye alıştık siyaseti belki. Ama ilk defa bizim taleplerimizi savunan bir parti var; yani mecbur olmadığımız, istediğimiz bir parti. Bu yüzden bizi kerhen oy vermek durumunda bırakmasına izin vermeyiz.
Ermenilere yaplan katliam ve mülksüzleştirmenin adı soykırımdır, ve toplumsal değişim vâd eden bir partinin asgarî ödevlerinden biri bunu müzakere nesnesi olmaktan çıkarmaktır, aynen daha önce söylediği gibi.
Ve bu yalnızca ilkesel bir tutum değil. Türk devletinin önümüzdeki on sene içinde “vatan savunmak” diskuruna güvenerek kaç kişiyi öldürmeyeceğini belirleyen bir talep bu. Milyonlarca insanın kendilerinden gasp edilen yurtlarına kimseye hesap vermeden gelip gelemeyeceğini belirleyen bir talep. Bu insanlardan gasp edilenlerin tazmîni tartışılırken “ama ekonomimiz” diyenlerin utanıp sessiz kalmasını sağlayacak bir talep. Bu güne kadar “bir sorun, neden öldürdük” anlatmayla nefsi körelmeyip, elinde listelerle hedef gösterenlerin, hesap vermek dışında fikrinin sorulmamasının koşulu.
Mâdem bizim partimizsin ve bizi temsil ediyorsun, bu da bizim asgari talebimiz, bir defa tanıdın artık geri dönüş yok. Bir daha asla!
Deniz Güngören