Ne zaman bir kadın cinayeti haberi duyulsa mağdur suçlayıcı ifadeler etrafta uçuşuyor: “O saatte orada bulunmasaymış”, “Öyle giyinmeseymiş”, “Böyle biriyle birlikte olmasaymış”, “Şikayet etseymiş, susmasaymış” … Sözüm ona kadın cinayetlerini önlemeye yönelik bu sözler, temelde failin ve onu koruyanların suçunu hafifletmekten başka bir işe yaramıyor.
Son zamanlarda mağdur suçlayıcılık, sık sık kadınların yanlış tercihlerini düzeltmek için ortaya çıkan iyi niyetli bir tavsiye yahut kadın cinayetlerine ilişkin sosyolojik bir eleştiri kılığına sokuluyor. Yozlaştıklarını söyledikleri yeni nesil kadınlara hakaretler yağdıranından daha eşitlikçi bir görüntüyle kadınların cinsiyetçiliği benimseyerek aslında şiddeti hak ettiğini ima edenlere, kadın cinayetlerine ‘eleştirel’ baktığını söyleyerek kadınların yanlış tercihlerini vurgulayanlara kadar her yer kadınları suçlayanlarla dolu. Şiddet ve tecavüz mağduru kadınların yüzyıllardır asıl suçlular ilan edildiği bir dünyada tıpkı hatayı kadınların giyiminde arayanlar gibi kadınların yanlış tercihlerine ilişkin bu sözde ‘yenilikçi sosyolojik eleştirilerin’ de yüzyıllardır devam eden kadın düşmanı mirası üstlenmekten başka bir şey yapmadığı çok açık. Kadınlara cinsiyetçiliği içselleştiren sistemi eleştirmek başka bir şey, her kadın cinayetinde mağduru suçlamak için mağdurun bir hatasını arayıp bulmak ve bunun üstünden kadınları, cinayetlerin asıl sorumlusu ilan etmek başka.
Medya da kadın cinayetlerini verirken bu yaklaşımı benimsiyor. Öldüren erkekleri konuşmamız gerektiği yerde sürekli öldürülen kadınların özel hayatı, giyimi, alkol kullanıp kullanmadığı ve faille ilişkisi bir magazin malzemesi gibi gündemi işgal ediyor. Failin ne yaptığından çok şöyle giyinen, şöyle davranan, şurada bulunan kadınların “başına ne geldiğini” anlatmak istiyor gibiler. Haberlerde maktullerin özel bilgileri açık açık verilirken, hatta cinayetin işlenişine ilişkin kan dondurucu detaylar ortaya saçılırken faillerin isimleri, fotoğrafları gizlendikçe gizleniyor. Böylelikle kadın cinayetlerinin yalnız kadınlarla ve onların seçimleriyle ilgili olduğu anlayışı yerleşiyor.
Bundan olmalı ki kadınlar olarak sürekli öldürülmemek için tavsiyeler alıp duruyoruz. Öldürülmemek için nasıl giyinmemiz, eve kaçta gelmemiz, nasıl insanlarla beraber olmamız gerektiği bize öğretilip duruluyor. Oysa cinayeti mümkün kılan bizler değiliz; failler ve onları koruyan devlet ve her fırsatta mağduru suçlayan anlayış. Her ne kadar kimi zaman mağdurlardan yanaymış gibi gösterilse de mağdur suçlayıcılık, faillere öyle bir cesaret veriyor ki failler öldürdükleri kadınla beraber oldukları, kadının alkol kullanduğı, bakire olmadığı gibi ifadelerle suçlarını hafifletmeye çalışıyor.
Kadın cinayetleri durdurulabilir mi?
Durmadan kadınlara hayatta kalmak için dersler verenler, kadın cinayetlerinin bu şekilde durdurulamayacağını bilmiyor olamaz. Kadınları ne açık giyinmemek koruyabiliyor ne eve erken dönmek ne de başka bir kısıtlayıcı bireysel önlem. Mağdurlar sürekli olarak yanlış erkeklerle beraber oldukları gerekçesiyle suçlanırken kadınlar aile bireyleri tarafından, iş verenleri tarafından, hatta hiç tanımadıkları erkekler tarafından öldürülmeye devam ediyor. Kadına yönelik şiddetin örtbas edildiği, faillerin cezasız kaldığı, cinsiyetçi politikaların yürütüldüğü, kadınları koruyan İstanbul Sözleşmesinin feshedildiği bir ülkede evler, sokaklar, iş yerleri fark etmeksizin kadınlar için güvenli bir yer bulunmuyor.
Böyle bir iklimde önlem addedilen bireysel değişimlerle kadınların hayatını kurtarabileceğini iddia edenler, kadın cinayetlerinin politik olduğunu kavramamak adına, ‘yeterince çabalarsak’ şiddetten kaçmanın bir yolu olduğuna inanmak istiyor ve kaçamadığımızda bizi suçlayarak devletin sorumluluğunu bizim omzumuza yüklüyorlar.
Kadınların sürekli öldürüleceği korkusuyla yaşamasını salık vermek ve bunu kadın cinayetlerini önleyici mekanizma olarak sunmak; kadın cinayetlerini önlenemez bir doğal afet addetmek ve ona karşı mücadeleyi durdurmak anlamına geliyor. Şiddete karşı göstermelik değil, gerçek önlemlerle, cinsiyetçiliğe karşı her alanda mücadeleyle, caydırıcı cezalarla, mağdurun beyanını esas almakla, tıpkı İstanbul Sözleşmesinin gerektirdiği gibi şiddet ve cinsiyetçilikle her alanda mücadeleyle önlenebilir.
Kadın cinayetleri hep politikti. İstanbul Sözleşmesi'nin feshedilmesiyle bu cinayetlerin politik temelleri ayyuka çıktı. Sözleşmenin feshi; iktidarın kadın cinayetleri, şiddet, taciz ve tecavüze karşı bir mücadele yürütmeyi reddetmesinin ilanıydı. Kadınların güvensizliğini arttırmakla kalmadı, faillere korkunç bir cesaret verdi. Kadın cinayetleri bireyselleştirilmeye, bu cinayetleri mümkün kılan, faillere cesaret veren cinsiyetçi uygulamaların, cezasızlığın etkisi görünmez kılınmaya çalışılıyor. Medya mağdurların özel hayatında kayboldukça failleri ve o failleri doğuran sistemi unutuyor. Aleyna Çakır’ın ölümüyle ilgili hakkında soruşturma yürütülen ve uyuşturucu sebebiyle girdiği cezaevinden tahliye edilen Ümitcan Uygun başka bir kadının ölümüyle ilgili gözaltına alındı. Katil zanlısının evinde ölü bulunan kadın, bir katille beraber olduğu gerekçesiyle suçlanırken Ümitcan Uygun’u suçlu bulmayan adalet sisteminin sorumluluğu, her zaman olduğu gibi mağdurun üstüne yükleniyor.
Adalet sistemi “fark edemeyebilir” ama mağdur o kişinin katil olduğunu fark etsin. Polis şikayetlere aldırmıyor olabilir ama kadınlar yine de polise güvensin ve isyan etmesin. Failler salınıyor olabilir ama kadınlar onlarla denk gelmemek için çabalasın, yanlış kişilerle bir araya gelmemek için sürekli endişe ve korku içinde yaşasın. Devlet sokaklardaki güvensizliği bitirecek herhangi bir önlem almasın ama kadınlar evlerine erken dönerek kendilerini korusun. Failler elini kolunu sallayarak sokakta dolaşsın ama kadınlar kimle beraber olduklarına dikkat etsin. İş yerinde taciz ve mobbingle mücadele edilmesin ama kadınlar nerede, kimlerle, hangi kıyafetle çalıştıklarına dikkat etsin. Kadınları koruyan İstanbul Sözleşmesi kaldırılsın ama kadınlar kendini korumayı bilsin. Özetle devletten hiçbir şeyin beklenmediği bir ortamda her şey yine mağdurlardan bilinsin.
Oysa “Kadın cinayetleri politiktir” derken tam da bunun mümkün olmadığını anlatmaya çabalıyoruz. Cinsiyetçi politikalar faillere güç verirken bu politikalarla mücadele etmeden kadın cinayetlerini durdurmamız mümkün değil. Kadına yönelik şiddet ne pembe otobüslerle çözülebilir ne kadın üniversiteleriyle ne de cinsiyete yönelik eşitsizliği çözmeyi hedef almayan başka bir yöntemle. İktidarın aksine kadınlar sürekli olarak şiddetten kaçmak zorunda oldukları değil; erkeklerin öldürmeye cesaret edemeyeceği bir düzen istiyor. Bunun için tavsiye değil şiddete karşı etkin bir mücadele yürütülmesini istiyoruz.
Melike Işık