Ercüment Akdeniz’in Evrensel’de yayınlanan “Göç Politikamız Ne Olmalı, Nasıl Uygulayacağız?” yazısı, İYİP ve CHP’nin göçmen düşmanı popülizmi ve AKP’nin, göçmenlerin sefaletini hem siyasi hem de ticari ranta tahvil etmeye çalışan siyaseti arasında sıkışmış olan işçi sınıfının durumuna dair net bir şekilde “Ne Yapmalı?” diye soran ciddi bir yazı.
Akdeniz, Türkiye devletinin Afganistan’daki alt-emperyalist heveslerinin sonucu olarak artan Afgan göçleri de dahil, hem küresel hem yerel olarak göç ve sermaye ilişkisini dikkatle takip eden bir yazar. Ve meselenin çözümüne dair bu denli net ve programatik bir metin üretilmesini, ırkçı küfürlerin ve saldırıların iyiden iyiye harcıalem olduğu bu günlerde önemli ve umut verici buluyorum.
Irkçılıkla mücadele ertelenilemez
Tabii başlıktan da anlaşılacağı üzere bu bir eleştiri yazısı. Ancak tartışmanın siyasi eyleme zarar değil güç vereceği düşüncesiyle yazıldığını vurgulamak önemli.
İtirazımı ise sona bırakmak yerine lafı dolandırmadan belirtmeyi, sonrasındaysa sebeplerimi izah etmeyi daha doğru buluyorum: Afgan göçmenleri hedefe koyarak artan habis ve örgütlü ırkçı taarruzun da bir kere daha ortaya koyduğu üzere, ırkçılık meselesi, sosyalist bir hükümetin devletin iplerini bizzat eline geçirdiği farazi bir sol iktidar dönemine ertelenemeyecek kadar hayati bir tehdit.
Dayanışmayı örmeye hemen bugün başlamalıyız.
Ve durumun aciliyetinin dikte ettiği bir diğer konu da şu: sıfırdan yeni bir yol tarif etmeye değil, göçmenlerin insanca yaşamayı herkes kadar hak ettiğini pekala bilen, ancak Adeniz’in de yazısının merkezine koyduğu, hasım görünen ama esasen hısım olan iki burjuva siyasetinin kıskacında bunu siyasileştiremeyen emekçileri, en temel dayanışma talebi ekseninde bir araya getiren, hedefine göçmenlerin yaşamlarını pazarlık konusu olmaktan çıkarmayı koyan bir kitle hareketi tahayyülüyle yola çıkmaya ihtiyacımız var.
Merkezine işçi sınıfını koyan sosyalist ve anti emperyalist politikaları da böyle bir hareketin içinde anlatmaya devam etmeliyiz. Ama hareketin esas harcı ırçılık karşıtlığı, asgari hedefi de “al evinde besle” aşağılıklığını mümkün kılan siyasi ortamı dağıtmak olmalı.
“Geri kabul” anlaşmasının feshinden BM mutabakatındaki şerhin kaldırılmasına ve herkes için eşit, güvenceli ve kayıtlı bir emek rejimine kadar, Akdeniz’in de sıraladığı tüm talepleri de iktidarda kim olursa olsun devletin uygulaması için baskı yapmalıyız. Amerika Vietnam’dan isteye isteye çekilmedi, Irak savaşı tezkeresi AKP barış güvercini olduğu için reddedilmedi; bunları da yapmak istemeyecekler ama kararlı bir kitle hareketi tüm bunları yapmaya muktedirleri mecbur bırakabilecek bir siyasi güçtür.
“Türkiye’de zor bu işler”
Bu noktada bizimle benzer şeyleri arzulayan pek çok kişinin, bugün Türkiye’de böyle bir hareketin koşulunun olmadığı yönünde itirazlar dile getirdiğini duyuyoruz.
Türkiye’deki siyasi sıkışmışlığı görmezden gelmek şüphesiz tehlikeli bir saflık olur. Ancak göçmenleri itip kakmakta kendi çıkarı olmadığını anlayan geniş kesimler olduğuna güvenmeden herhangi bir sol siyaset tahayyülü mümkün değil.
Bugün göçmenlerden besi hayvanı gibi bahseden karanlık ırkçı simâlar herkesten çok göze batıyor olabilir; hatta yarın göçmenlerle dayanışmak için yan yana yürüyeceğimiz pek çokları belli ölçüde bu siyasi iklimden etkileniyor da olabilir. Fakat göçmenlere eşya gibi bakan zalim siyasi eğilimin bakiyesinin, emekçilerin lehine olmayacağını anlatmanın imkansız olduğu düşüncesinden, ancak dükkanı kapatıp gitmek gerektiği sonucu çıkar.
İşçi sınıfının kurtuluşu ile mültecilerin kurtuluşunun ortak bir dava olduğunu, AKP’nin göçmen politikasına soldan muhalefet etmek gerektiğini savunan herkesin de öncelikle bu ırkçı bulutu ortadan yarıp dağıtacak stratejilere yoğunlaşması gerektiğini düşünüyoruz.
Ayrıca içinde olduğumuz durum bir takım habis kişiliklerin nefret dolu iç dünyalarıyla açıklanabilecek bir durum değil. İYİP’in başını çektiği, AKP’ye sağdan muhalefet etme projesinin parçası olarak görülmeli. Buna karşı göçmen dostu solun eğilip bükülmesinin, geri adım atmasının olası maliyetlerini ayrıntılı bir şekilde anlattığı, Şenol Karakaş’ın son yazısını bu konuda derdi olan herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum.
Haklı kaygı mı, ırkçı propaganda mı?
Bu son kısım, esasen Akdeniz’in yazısındaki nüanslara değil, oldukça yaygın başka bir eğilime cevap vermeyi amaçlayan geniş bir parantez olarak okunmalı. Yazıdaki hattın, bu sağ çekimden etkilenen solla tartışan bir hat olduğunu düşünüyorum.
Fakat 3. madde’de, anlamakta zorlandığım, opak bulduğum bir ifade var: “Kimse bu koşullar sağlanmadan ve mülteciler rıza göstermeden deport edilemeyecek” deniliyor.
Deport, tanımı gereği deport edilen kişinin rızası ile ilgilenmeyen bir uygulama. Yakın geçmişte insanlardan zorla kendi rızalarıyla sınır dışı edildiklerine dair imza alınan uygulamalardan ise Akdeniz’in de haberdar olduğundan ve bunlara karşı olduğundan şüphem yok; yazının genel vurgularından bu sonuca varmak gerekiyor.
Fakat insanların kaçtıkları yere geri dönmek istedikleri, devletin ise buna engel olduğu bir durumdan ben haberdar değilim; bunu içtenlikle söylüyorum. Ortada yaşanan böyle bir sorun yokken deport sözcüğünün rıza sözcüğü ile birlikte araya sızması ise az önce değindiğim türden bir geri adım atma intibaını uyandırıyor.
Buna savaş suçlarına karışmış olanlara vatandaşlık verilmeyeceği ibaresi de eklenebilir: bu da sığınanların pek çoğunun terörist olduğu yönündeki ırkçı propagandaya prim verildiği izlenimini veriyor. Oysa bu, sahici, esası olan, anlaşılır bir kaygı olarak görülmemeli: demografi değişikliği veya göçmenlerin suça eğilimi gibi, Akdeniz’in de karşı çıktığı pek çok diğer üstü örtülü ırkçı ithamdan biri bu. Dolayısıyla böylesi bir “kaygıya” teminat vermek değil, bunun kötücül bir yalandan başka dayanağı olmadığını teşhir etmek gerekir.
Bağımsız Türkiye kimindir?
Bunlara ilave olarak, yazıda problemli bulduğum ve değinmek istediğim bir nokta daha var. Akdeniz, emperyalistler derken özel olarak AB ve ABD’yi işaret ediyor diye anlıyorum. Oysa Türkiye’nin alt-emperyalist müdahaleciliğinin tüm bu durumda ne denli tuzu biberi olduğunu teşhir etmeden anti-emperyalist bir siyasi hat mümkün değil.
Tabii NATO’dan çıkma talebi, T.C.’nin bu emperyalist koalisyonun bir parçası olduğu imasını içeriyor; hatta aslında açıkça Türkiye’nin bu projenin ortağı olduğu da söyleniyor. Ayrıca yazarın başka yazılarında da Türk devletinin bölgenin cehenneme çevrilmesindeki sorumluluğu netlikle irdelenmiş.
Ancak çizilen resimde Türkiye’nin daha büyük emperyalist güçlerin piyonu gibi tarif edildiğini görüyoruz. Oysa Türkiye pekala ABD’ye sözleşmeli gardiyanlık hizmeti verdiği gibi, sahayı boş bulduğu anda kendi otonom çıkarlarının da peşine düşüyor.
Bu, Afganistanı ve geniş anlamda Ortadoğu’yu milyonlarca insan için yaşanmaz hale getiren süreçte Türkiye’nin ağırlığının ABD’yle denk olduğu anlamına mı geliyor? Elbette hayır. Ve NATO’nun dağılması gerektiğini savunan tüm sosyalisterin kendi ülkelerinin bu savaş loncasından çıkması için baskıyı örgütleyecek propaganda yapması şüphesiz doğru tutum. Fakat NATO’dan çıkması, T.C.’yi kendiliğinden bölgede iyicil bir güç haline getirmeyecek. Bu olguyu ıskalamak bizi iki boyutlu bir emperyalizm tarifine sürükleyecektir.
Belki bundan da önemlisi, Türkiye devleti büyük güçlerin kıskacında gariban bir devlet değil; kendi egemen sınıfı olan, dünyanın en büyük 15. Ordusuna sahip, fırsatını buldukça da kendi çıkarları için sahada rekabet eden kapitalist bir güç. Emekçilerin kendi çıkarları için göçmen sınıf kardeşleriyle yanyana mücadele etmesi ise, bu gücün, mutlaka o veya bu emperyalist kuşağa dahil olacağını ve kendilerine hizmet etmeyeceğini görmesi ile mümkün. Türk devletinin, batı emperyalizminin ortağı olmaktan çıkarsa Türkiyeli emekçilerin devleti haline gelebileceği düşüncesi bununla taban tabana zıt bir düşünce.
Elbette bunlar epey satır arasında duran şeyler, benim aşırı okuyor olma itimalimi de şerh düşerek yazdığımı söylemeliyim
Ve tüm bunların bir diyalogun başlangıcı olması dileğiyle yazıldığını bir kere daha vurgulamak istiyorum. Çünkü göçmenlerle tereddütsüz bir şekilde dayanışan, ve ırkçılığın prim getirdiği siyasi iklimi tersyüz edecek bir hareket mümkün!
Deniz Güngören