19. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan Siyonizm, Avrupa’da baskı ve şiddetle karşılaşan Yahudiler için “vaat edilmiş topraklarda” bir devlet kurma umudu taşıyordu. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Siyonist lider Haim Weizman, İngiltere ile anlaştı ve İngiltere'nin çıkarlarını koruma şartıyla Yahudiler için Filistin'de yerleşme sözü aldı.
Savaştan sonra İngiltere Filistin dahil pek çok Ortadoğu toprağını ele geçirdi. Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, 1917 yılında uluslararası Siyonist hareketin liderlerinden Lord Rothschild'e yazdığı bir mektupta Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulması için İngiltere’nin gereken desteği vereceğini bildirdi. ‘Balfour Deklarasyonu’ olarak anılan bu bildirge, İsrail’in kurulması yönündeki önemli adımlardan biri oldu.
İsrail’in kuruluşu
Filistin, Yahudi göçmenlere resmen açıldığında Avrupa’daki anti-Semitizmden kaçan Yahudiler Filistin’e göç etmeye başladı. 1947’e gelindiğinde Yahudiler, Filistin nüfusunun üçte birini oluşturuyordu. Nüfusun üçte ikisini hala Filistinliler oluştururken Siyonist Yahudilerle yerli Filistinliler arasındaki gerginlik git gide artıyordu. Siyonistler, Araplarla Yahudilerin bir arada yaşadığı demokratik bir devlet kurulmasını kabul etmediler. Filistin’i Arap ve Yahudi devletlerine bölme fikri ise Filistinli Araplar tarafından reddedildi.
14 Mayıs 1948’de İsrail devleti Ben-Gurion önderliğinde ilan edildi. ABD, Orta Doğu’da kendi çıkarlarının temsilcisi olarak gördüğü bu işgal devletini hemen tanıdı. Yerli Filistinlilerin, hala Filistin nüfusunun çoğunluğunu oluşturması, herhangi bir devlet değil; fakat bir ‘Yahudi Devleti’ kurmak isteyen Siyonistler için büyük bir problemdi. Siyonistler İsrail devletini kurarken bu “problemi” ortadan kaldırmak için ellerinden geleni yaptı.
1947-1948 yılları arasında binlerce yerli Filistinli öldürülürken yüzlerce Filistinli yerleşim yeri tahrip edildi. 750.000 Filistinli ise doğduğu topraklardan sınır dışı edildi ya da kaçtı. 1949’a gelindiğinde Filistin topraklarının %80’i işgal edilmişti.
Bugün, İsrail işgalciliğini sürdürürken İsrail toplumunda ırkçılık, önemli bir görev görüyor. Öyle ki Filistinli direnişçilere gösterilen “terörist” damgasının yanı sıra İsrail toplumunda İsrail vatandaşı olan Araplara karşı da büyük bir nefret söz konusu. Bu nefret, İsrail devletini ayakta tutan, emellerini gerçekleştirmek için her türlü şiddeti meşru kılabilen bir nefret. Anketler gösteriyor ki, İsrail toplumunun büyük çoğunluğu, İsrail vatandaşı olan Arapları dahi bir tehdit olarak görüyor ve İsrail’de üçüncü sınıf vatandaş olarak yaşayan Arapları, kendileri için bir tehlike olarak görüyor. Bu ırkçılık, bir ‘Yahudi devleti’ kurmayı esas alan Siyonizm’in ayrılmaz bir parçası.
İsrail ordusu
İsrailli Yahudilerin 2014’teki Gazze saldırısını %96’sı, Lübnan saldırılarını ise %95’i destekledi. Bu oranlar gösteriyor ki ordu, İsrail toplumunda hiçbir kurumun sahip olmadığı bir desteğe sahip. Pek çok devlet, toplumu kontrol etmek için tüm gücüyle çabalamasına rağmen böyle bir desteği sağlayamıyor. İsrailli Yahudilerin orduya duyduğu bağlılık ordunun ulusal kimliğin inşasındaki temel rolünde yatıyor. 1948’den beri hiçbir devletin girmediği kadar savaşa giren İsrail toplumu için savaş, normalleşmiş ve kabullenilmiş durumdayken ordunun saldırılarını meşrulaştırabilmesi pek de şaşırtıcı değil.
İsrail kurulurken farklı ülkelerden göç etmiş, farklı diller konuşan, farklı inançlara sahip Yahudilerin, Siyonistlerin istediği gibi tek bir ulus haline gelmesi oldukça zor görünüyordu. Bu noktada İsrail ordusu, Yahudi toplumlarını birleştirmede temel görevi üstlendi. Pek çok Batılı devlet için bir ulus yaratmak yüzlerce yıl alırken, İsrail Ordusunun basıncıyla bu süreç hızlandırıldı. Ordu, bir ulus yaratmak için halkı eğitme sürecini yöneten kurum oldu. 1948’den beri İsrail’de pek çok şey değişti. Yöneticiler değişti, dinin siyasetteki konumu değişti. Fakat İsrail’in temelinde yatan kurum, ordu, etkisini yitirmedi ve pek çok toplumsal bölünmeden muaf kaldı.
Pek çok devlette ordu, askeri çıkarları koruma, politik ve ekonomik çıkarlar elde etme ve milliyetçiliği besleme gibi görevleri yerine getirir. Gelgelelim İsrail ordusu, eğitimden gündelik yaşama hayatın her alanını kuşatmış durumda. Ordu, kendi başına sahip olduğu gücün yansıra diğer kurumları da kontrol etme gücünü taşıyor. Okullarda, üniversitelerde, sanayide, adliyelerde hemen hemen her yerde askere rastlamak oldukça olağan. Kapitalizmin egemen olduğu her yerde geleceğin işçilerini yetiştirmek büyük bir önem taşır. İsrail’de bununla birlikte, geleceğin askerlerini yetiştirmek eğitim sisteminin en temel gayelerinden. İlkokuldan üniversiteye eğitimin her aşamasında ordunun gücü ve etkisi mevcut.
‘An Army Like No Other’ kitabının yazarı Haim Bresheeth-Zabner: “İsrail barıştan, savaştan korktuğundan daha çok korkuyor” diyerek savaşın İsrail toplumunda ne denli normalleştirildiğini ifade ediyor. Öyle ki İsrail toplumu bir barışın gerçekleşemeyeceğine, kendi iyilikleri için sürekli savaşmaları gerektiğine ikna edilmiş durumda. Oysa yazarın da ifade ettiği gibi İsrail Ordusu, sadece Filistinlilere değil; İsraillilere de zarar veriyor.
Her ne kadar hem Siyonistler hem de antisemitler tarafından öyle gösterilmeye çalışılsa da bu savaş, Yahudilerle Araplar ya da Musevilerle Müslümanlar arasındaki bir savaş değil; ABD emperyalizmi tarafından desteklenen, dünyanın en modern silahlarına sahip ordularından biriyle toprakları işgal edilen Filistin halkının eşitsiz mücadelesi. İsrail, kurulduğu günden beri Filistinliler öldürülüyor, baskılanıyor, göç etmeye mecbur bırakılıyor. Buna karşılık Filistin halkı da özgür bir Filistin için direnmeye devam ediyor. Hükümetler, İsrail’le ekonomik ve siyasi ilişkilerine zarar vermemek adına Filistin halkının mücadelesini görmezden geliyor, daha da kötüsü İsrail’in işgaline destek veriyor. Hükümetlerin tavizlerle dolu yaklaşımına karşı Filistin’in özgürlüğü için birleşik bir mücadele yürütmek şart.
Melike Işık