Değişen dünya ve göçmenlik

24.04.2021 - 10:19
Sibel Erduman
Haberi paylaş

John Berger, fotoğrafçı Jean Mohr ile birlikte Avrupa’daki göçmen işçiler üzerine hazırladığı 1975 tarihli kitabında, göçmenliği esasen küresel bir fenomen haline getiren değişimi tarif etmiştir. Kitabın basımından otuz beş yıl sonra yayınlanan yeni basımının önsözünde şöyle der:

“Dünyanın siyasal yapısı Sovyetler Birliği’nin dağılması ve neoliberalizm denen yeni bir küresel ekonomik düzenin ortaya çıkması sonucunda değişmiş durumda. Bu yüzden işçi sendikalarının ve ulusal hükümetlerin gücü azaldı. Artık fabrikalar da işçiler gibi göçmen olmaya başladı. Artık emeğin ucuz olduğu yerde fabrika kurmak dışardan ucuz emek getirmek kadar basitleşti. Yoksullar daha da yoksullaştı. Küresel ekonomik gücün günümüzde görünen yoğunlaşması eşi görülmedik boyutlara ulaştı. Bunun yürütücü kurumları da Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü.”

Bu kuruluşlar bildiğimiz gibi demokratik denetimin tamamen dışındadır. Bu küresel kurumlar ağı da fiilen küresel sağın yönetimindedir. Yıllar süren neoliberal “reformların” ardından sağ toplumu içerden kemirerek neredeyse büsbütün yok etmiş, içi boşaltılan devlet kabuğu da fetişleştirilmiş kültürel mirastan tutun ırkçı paramiliter çetelere varıncaya değin türlü türlü kimlik zırvalarıyla doldurulmuştur. Küreselleşme tarafından tarihin çöp tenekesine atıldığı düşünülen ulus devlet, neoliberal sağın elinde bir zamanlar belkemiğini oluşturduğu düzenin ta kendisinin yıkım aracı olarak diriltilmiştir. Sağ, göçmenlik meselesini bu yeni jeopolitik düzen içinde bu düzenin güçlü aygıtlarıyla yönetmekte, göçmen akışlarını tahakküm ve sömürü uğruna denetlemektedir. Solun ise bu düzen üstünde hiçbir etkisi yoktur. Bu durumda küresel göç meselesi üstüne herhangi bir etkisi olabilir mi?

Dayanışma, sınıf mücadelesinde silah olmuş, yırtıcı kapitalist sömürü karşısında kalkan olmuş, kıtlık zamanlarında sağ kalmanın yollarından biri olmuştur. Modern bir siyasal kuvvet olarak dayanışma, insan birlikteliğinin muhtelif biçimlerine tarihsel açıdan özgün bir toplumsallık karakteri kazandıran unsurun temsilcisi olmuştur. Sanayi modernliği çağında toplum denilen şey dayanışma olmadan mümkün olamazdı. Göçmenlik gibi zorlu bir mesele karşısında gerçek bir dayanışma siyaseti olmalıdır.

1968 sonrası, sanayi modernliğin üretim tarzına, onun yarattığı ve ayakta tuttuğu biçimlere ve yaşam tarzlarına dayalı dünya yıkılmaya başlamıştı. Bu çözülme süreci, sanayi modernliğin getirdiği (yukarıda John Berger’in kitabını yazdığı dönem) tarihsel olarak özgül göç biçimlerini de etkilemiştir. Öncelikle daha yoksul olan güneyden daha zengin olan kuzeye doğru hareket eden göçmen figürü vardır. Fordist üretim yöntemleri uygulayan fabrikalarda çalışan göçmen işçilerin er geç evlerine dönmeleri umulmuştur. Ama çoğu gittikleri ülkelerde kalmıştır. Sonra etraflarındaki dünya değişmeye başlamıştır. Yukarıda saydığımız kuruluşlar tarafından yönetilmeye başlanan bir dünya oluşmuştur. 

Yani artık insancıl ulus devletler ve bölgesel demokrasi anlayışlarıyla göç meselesi halledilir bir mesele olmaktan çıkmıştır. Göç olgusu sınırlar, göz altı merkezleri, sınır dışı etme mekanizmaları, toplumsal ve kültürel entegrasyon kapasiteleri tarafından şekillendiriliyor ve göçmenlik gibi insani bir olgu, tüm varoluşsal anlamından yoksun bırakılmış bir insan hayatı hareketi olarak gösteriliyor. Bir zamanlar halk demokrasisinin merkezi olan ulus devlet, hem siyasi hem ekonomik gücünü kaybetmiş gözüküyor Şu anda toplumsal refahı iyice baltalayan ve toplumdan geride kalanı da yok eden sermayeyi kendilerine çekmeye çalışmaktadırlar. Türkiye’de yapılanlar tam da budur. Bu anlamda hem kendilerini seçen insanları, hem de göbekten bağlı oldukları küresel sermayeyi birlikte memnun etmenin yolu yok. Türkiye şu anda açık açık küresel sermayeyi memnun etme çabasında. 

Ve içinde yaşadığımız bu ekonomik durumda işsiz kalan, üstünde duracağı zemini kaybeden, geleceğe umutla bakamayan binlerce işçi, sağcı siyasal seferberlik için en güçlü toplumsal kaynağı oluşturuyor. Ve bizim ülke tarihine baktığımızda, ‘kendinin olanı yabancı olanla gübreleme’ yerine, bırakın yabancıyla gübrelenmeyi bu topraklarda yaşayanları ‘yabancı’ sayıp yok ederek bir ‘halk’ yaratıldığı için, sağcı seferberlik yadırgatıcı yeni bir durum değil. 

Şimdi bir de pandemi dönemindeyiz. Pandemos etimolojik olarak “her yerdeki insanlar” ya da “bir şeyin insanlar tarafından yayılması” demek. Bu arada, ‘demos’ legal sınırlara rağmen tüm insanlar demek. Dolayısıyla pandemik tüm insanları enfeksiyon ve iyileşme, ıstırap çekme ve umut, bağışıklık ve ölümcüllük potansiyeli ile birbirine bağlıyor. Hiçbir sosyal kategori mutlak bir bağışıklık sağlamıyor.  Ama kapitalizm egemenlerin bağışık kalması için düzenliyor gene de her şeyi. Aşılar zengin ülkeler tarafından kapılmış durumda. Hiç aşı alamayan ülkeler var. 

Yani göçmenlik durumunun ülkeler içinde halledilebilecek bir şey olmadığını görerek, sağın ırkçı, saldırgan ve ölümcül hareketine karşı da reaksiyondan öteye geçebilen sahici bir dayanışma siyaseti oluşturmak için belki de artık demokratik kurumların ve yapıların içinin boşaldığı bir çağda yaşadığımızın farkına varmaktan başlamak lazım.

Sibel Erduman

Bültene kayıt ol