Çoğumuzun sanıyorum ömrü hayatında gördüğü en mide bulandırıcı adamın, dünyanın en güçlü ofisinin başında olduğu günler sona erdi, Trump artık ABD başkanı değil.
Trump elbette berbat bir şahsiyete sahip olmasının ötesinde, Amerikan aşırı sağının görülmedik ölçüde canlandığı ve küresel sağ otoriter eğilimin zirve noktasına ulaştığı bir dönemi temsil ediyordu; bu yüzden gidişi hepimiz için uzun zamandır aldığımız en iyi haberlerden biri.
Geride bıraktığımız Amerikan başkanlık seçimlerinden alınması gereken en önemli derslerden biri şu olarak görülmeli: Amerikan egemen sınıfı ve onun belli bir kesiminin uzvu olarak iş gören Demokrat parti merkezi, Sanders gibi, radikalleşen kitle hareketlerine seslenme yeteneği olan ve sınıf merkezli siyaset yapan bir siyasetçiden, her zaman Trump gibi bir zırdeliden korktuğundan daha çok korkacak.
Bu yüzden de hiçbir kitlesi olmayan, Demokrat Parti tabanı ve geniş emekçi kitleleri tarafından coşkuyla desteklenen hiçbir talebi sahiplenmeyen, Trump’ın taşkınlığı karşısında hissedilen güçsüzlüğün bir sonucu olarak kabaran Obama nostaljisine seslenmek dışında hiçbir hüneri olmayan bir siyasetçi bu denli kritik bir seçimde adaylığı kazanabildi.
Mücadele kazandırdı
Eğer Trump’ın ilk gününden beri sokaklarda olan, özellikle George Floyd’un öldürülmesi üzerine canlanan Black Lives Matter (BLM) hareketinin yarattığı militanlaşma dalgasının getirdiği örgütlü ve zinde bir sol muhalefet olmasaydı, Biden’ın seçimi kaybetmesi ciddi bir olasılıktı, bunu asla unutmamak lazım.
Biden’ın adaylığı, genç ve yeni radikalleşen sol seçmende öylesine bir düş kırıklığı ve öfke yaratmıştı ki, uzunca bir süre, tepkisel olarak üçüncül partilere oy vererek demokrat partiyi hezimete uğratmak ciddi bir taktik olarak tartışılmaya başlanmıştı aslında.
Burada kast edilen tutum, ciddiyetsiz, “oy vermek bir işe yarasaydı yasaklanırdı” türünden apolitik bir hezeyan değil; Trump’tan kurtulmak dışında hiçbir şey düşünemez hale gelmiş olan orta sınıf seçmeni ile Demokrat partinin arasını açmak ve Biden gibi sağ-merkez liberal siyasetçilerin tek seçenek gibi sunulmasının yarattığı derin öfkeyi Trump gibilerin kullanması sonucunda otoriter sağ argümanların etkisi altına giren emekçiler ve Demokrat parti tabanındaki emekçilerin arasında oluşan kültürel kamplaşmanın derinleşmesinin önüne geçmek gibi, ciddiye alınmaya değer taktiksel önermeleri olan bir tartışma yapılıyordu.
Neyse ki, 4 yıl daha Trump’ın başkan olması durumunda aşırı sağın kazanacağı özgüven ve zindeliğin, olabilecek en kötü senaryo olduğu, solun çoğunluğunu kazanan eğilim oldu ve Trump, birkaç gün tepindikten sonra artık yaşlı ve ırkçı bir müteahhit olma işine geri döndü.
Peki sağ nerede?
Trump sosyal medyadan “sayımı durdurun!” diye çaresizce kendi partisi de dahil herkese saldırırken, Amerikan sağ basını tarafından sıklıkla “tropik Trump” olarak anılan Jair Bolsonaro “biraz alçakgönüllü olmak lazım” türünden tweet’ler atarak eski arkadaşına arka çıkmayacağının sinyallerini veriyordu. Sağcıların birbirini satması hiç şaşırtıcı olmamakla beraber oldukça memnun edici elbette.
Ancak bu görüntü bizi yanıltmamalı: aşırı sağ bir yere gitmiş değil. Bir günde, bir seçimle yok olmayacak kadar ciddi bir örgütlülük seviyesine ulaştılar ne yazık ki.
Bir darbe aldıkları doğru ve bu darbenin derinleşmesi için her şeyi yapmalıyız, ancak Alexandria Occasio Cortez’in de uyardığı gibi, Demokrat parti, Biden’ın yarattığı hayal kırıklığını hafifletecek politik adımlar atmazsa, 2018 ara seçimlerinde muhafazakarların yaşadığı sürprizin benzerini sağcıların bize yaşatması ciddi bir olasılık.
Biden kimin adayı?
Joe Biden nasıl bir insan peki? Siciline hızlıca bakmak gerekirse, başkan yardımcılığından önce, parti içinde öne çıktığı meselelerden bazıları arasında, bugünkü ırkçı polis şiddetine yönelik cezasızlıkta tuzu biberi olan bir suçla mücadele yasasını yazmış olmakla övünmesi ve Irak savaşını partisinde en dolaysız ve en coşkulu şekilde savunan vekil olması sayılabilir.
Ancak geçmişi bir yana, seçim kampanyasında da geçtiğimiz dönemin en yakıcı taleplerine, en hafif tabirle temkinli yaklaştığını unutmamak gerekiyor.
Trump’ın feshetmiş olduğu Paris antlaşmasına ABD’yi yeniden sokmayı planlıyor ancak, Green New Deal (Yeşil Yeni Anlaşma) yerine “daha gelişmiş teknolojileri” öneriyor. Değinilmesi gereken önemli bir nokta da şu ki, Green New Deal Demokrat parti içinde küçük bir solcu kliğin direttiği bir program olarak görülmemeli, parti tabanının %86’sının desteklediği, Amerikan tarihinin en popüler reform paketlerinden biri.
BLM hareketinin fitilini ateşleyen, ırkçı polis şiddetine yönelik de en ciddi reform önerisi “polislerimize, başa değil bacağa nişan almayı öğretmek lazım” diye özetlenebilecek bir tutum. Hareketin en kritik taleplerinden biri olan polis bütçesini kısma talebine ise, “aksine arttırmak gerekir” diye cevap vermişti.
Asgari ücretle ilgili talepler senelerdir gündemde, pek çoğumuz Fast Food işçilerinin mücadelesini hatırlıyoruzdur. Bununla ilgili ciddi bir vaadi olduğunu söylemek de zor. Kampanya sitesinde çekingen şekilde asgari ücretin yetersiz olduğuna değinilse de, işçilerin talebi olan saat başına 15 doları telaffuz etmek bir yana dursun, hiçbir münazarada bu konudan bahsetmedi bile.
Sağlık sigortasının kapsamını genişletmeyi hedefleyen, yine muazzam derecede popüler bir reform paketine karşılık da, daha muhafazakar, “yalnızca isteyenin sigorta hakkından faydalandığı” liberal bir alternatifi yeğ bulduğunu söylüyor. Başta insana aklı selim görünebilir, ancak her yurttaşın sigortalanması yerine, sigortaya başvurmak gerekmesi demek, devletin koyduğu kriterlere göre fakir olduğunuzu ispatlamak için, bir dünya bürokratik işlemi tamamlamadan sigortalı olamamak demek. Ayrıca elbette zenginlere düşecek vergi yükünü de azaltan bir alternatif bu. Üstelik bu kampanya salgın koşullarında gerçekleşti.
Servet vergisini Trump döneminde indirildiği %21’den %28’e çıkarma planı olumlu görünebilir, ancak Trump’ın %35’ten indirdiğini unutmamak lazım, tam ortasını hedeflemiş olması da genel tutumuna dair bir şeyler söylüyor.
Üstelik bunlar, vaat ederken gelebildiği seviye; ne kadarını gerçekleştireceğini ise mücadelenin seviyesi belirleyecek.
Tüm bunlara, Alex Callinicos’un da işaret ettiği gibi, en büyük şirketler listesinden Biden destekçilerinin Trump’ı destekleyenlerin iki katı olduğunu da ilave edersek, esas kime güven vermeye çalıştığı daha iyi anlaşılacaktır.
Savcı Başkan Yardımcısı
Pek çoklarınca, özellikle kadın ve siyah olması sebebiyle Biden kampanyasının en ilerici özelliği gibi gösterilen, Kamala Harris’in başkan yardımcılığı oldu. Ancak kimliklerini bir kenara koyup baktığımızda, aslında BLM hareketinin üzerine girilen bir başkanlık yarışında, bir savcının başkan yardımcılığına getirildiğini görüyoruz.
Harris herhangi bir savcı da değil, “cezaevi değil okul istiyoruz” talebine alaycı bir şekilde “kulağa çok hoş geliyor tabii ama gerçek hayat bu kadar basit değil” diye cevap veren, politik davalarda devlet aleyhine karar vermesiyle filan değil, “kötüleri içeri tıkmasıyla” tanınan bir savcı.
Biden’ı destekleyen büyük sermayeye sistemin tepesinden bir başkan yardımcısı ile esaslı bir güven verilirken ırkçılık karşıtı harekete sunulan kozmetik bir nüanstan fazlası değil ne yazık ki. Trump’ın siyah seçmeninin, toplam siyah seçmenin %8’inden %16’sına çıkması da, aslında siyahların, Harris’in beyaz olmayışını ne kadar önemsediğine dair bir fikir veriyor. Pek çok BLM aktivisti de bu manevrayla gözlerinin boyanmaya çalışılmasını ve Amerikan devletinin şahin bir savcısının ırkçılık karşıtlarının dostu gibi satılmaya çalışılmasını alaycılıkla karşılamıştı.
Biden’a yumuşak davranmamalıyız
Her şeyden önce, sosyalistler, Biden’ın, büyük sermayenin ezici çoğunluğu tarafından desteklenen bir aday olduğunu ve Trump gibi bir mahlûktan kurtulmanın rehavetiyle kendi haline bırakılırsa, zaten sokaktaki taleplerin son derece muhafazakâr revizyonları olan vaatlerini bile uygulamayacağını, bunun yerine, kampanyasını finanse eden ve bir an önce karşılığını bekleyen patronların istediği programları partisine ve meclise kabul ettirmek için gece gündüz çalışacağını bilmeli. Bizler içinse şirin görünmekten fazlasını yapmayacağını unutmamalı.
En başta bu yüzden Biden’a asla yumuşak davranmamalı, “Trump’tan kurtulduk, buna da şükür” dememeliyiz.
Ancak mesele yalnız bununla sınırlı değil. Trump kaybetti evet, ama Amerikan seçim tarihinde sayıca en yüksek oy alan 2. Başkan adayı oldu. Ve yine işçi sınıfının belli bir kesiminden oy almayı başardı.
Trump’ın, neoliberal ikiyüzlülüğün kurbanı olan geniş emekçi kitlelerin öfkesini, ırkçı sağ demagoji ile kültürel bir nefrete kanalize etmesi, Amerikan işçi sınıfı içinde bir yarılma yarattı.
Biden’a karşı, emeğin talepleri ile işçi sınıfını bir araya getiren bir mücadele olmadığı takdirde, bu yarılma derinleşecektir. Çünkü kriz derinleşecek, buna şüphe yok. Ve işçileri birleştirecek bir hareketin yokluğunda, bu yarılmadan sağcıların faydalanması hiç de zor görünmüyor. Zira, Biden gibi finans sektörüne hizmet eden politik elitlere işçi sınıfının duyduğu haklı öfkeyi, bunlarla solu özdeş gösterek sağ argümanlara kazanmayı daha önce başardılar. Üstelik, muhalefette olmanın verdiği genişlikle, geçtiğimiz dönemde dahi görmediğimiz militanlıkta bir aşırı sağ ile karşılaşmamız pekâlâ mümkün.
Trump’ın yenilmesinde kritik rolü olan BLM hareketi, merkezinde işçi sınıfından aktivistlerin olduğu bir hareketti, bu doğru. Fakat seçimlerle ilgili örgütlü ve kitlesel bir işçi sınıfı müdahalesi de yaşanmadı. Bunun yerine, Biden’ın arkasındaki muazzam finansal destekle, insanlara medya üzerinden, “Bu berbat adamdan kurtulmak istiyorsanız Biden’a ve merkezci politikalara razı olacaksınız” mesajı verildi.
Trump’ın yenildiği döneme, solun, radikal mücadeleler içinde militanlaştığı koşullarda giriyoruz ve bu doğru kullanılırsa son derece avantajlı; hiç şüphesiz, Trump başkanlığının koşullarıyla kıyaslanamaz bile.
Ancak “Trump Yenildi İşçiler Kazandı” demek gerçeği yansıtmıyor. İşçi sınıfı Biden’a mecbur bırakıldı, bir kesimi ise zaten Trump’a oy vermeye devam etti.
Çok daha sınıf merkezli bir hareketin muazzam kitlesel desteğiyle iş başına gelen Obama yönetiminin, ilk işlerinden birinin tarihin en büyük ekonomik krizinin sorumlusu olan şirketleri, kamu kaynaklarıyla borçlarından kurtarmak olduğunu, ibretlik birkaç istisna dışında neredeyse hiçbir şirket yöneticisinin para cezası bile almadığını unutmayalım.
Trump’ın, ICE adıyla anılan sınır güvenlik güçlerini, faşist milisler gibi göçmenlerin üzerine saldığını, insanların kafeslere konduğunu, çocukların ailelerinden koparıldığını unutmayacağız. Ama Obama’nın Amerikan tarihinde en fazla göçmeni sınır dışı eden başkan olduğunu da unutamayız.
İlk seçim vaatlerinden biri olan, LGBTi+’lara evlilik eşitliği bile emekliye ayrılmasına birkaç ay kala yasalaşmıştı.
Biden’ın aday gösterilmesi, Demokrat Parti’nin, Hillary Clinton’un yenilgisinden hiçbir ders almadığının açık göstergesiydi. Bizim böyle davranmak gibi bir lüksümüz yok; Biden’a değil, sokaktaki hareketlere ve işçi sınıfına bakmalıyız, ve bunlar kendilerini Biden’a mecbur bırakanlara son derece öfkeliler.
“Türk Düşmanı Biden”
Biden’ın aylar önce verdiği bir röportajda, “Türkiye’de hükümete karşı muhalefeti desteklemek gerekir” anlamına gelen bir beyanda bulunması üzerine, hükümet medyası kendine pek yakışır bir şekilde “Biden bize düşman” türünden yoğun propaganda yapmıştı. Trump’ın iki sene önce, Erdoğan’a çocuk azarlar gibi yazdığı mektuba bu yayınlarda pek değinilmemiştir diye tahmin ediyorum.
Böyle bir beyanın “Türk düşmanlığı” diye çerçevelenmesinin pespayeliğine ayrıca vurgu yapmama gerek yoktur diye düşünüyorum. Ancak, bizim hükümeti beğenmememizle, kafasına estiğinde kanlı darbelerle beğenmediği hükümetleri deviren bir devletin, Irak savaşı destekçisi başkan adayının beğenmemesi aynı şeymiş gibi yapamayız.
Bu elbette Biden Türkiye’de darbe yapacak, hükümeti devirecek gibi bir imâ taşımıyor. Ancak, Trump’ın yenilgisine derinden üzülen hükümetin ve medya tekelinin, milliyetçi sahte anti-emperyalizmine, “Ne var canım hükümet çok mu iyi sanki” diyerek cevap veremeyiz. Enternasyonalist ve emekçi perspektifinden bakan bir anti-emperyalizm ile bu gibi propagandaya karşı çıkmak gerekir. “Hiç değilse Trump’tan iyi” diyerek Türkiyeli işçileri kazanamayız.
Yani hiçbir şey mi değişmedi?
5 senedir ciddi bir yükselişte olan aşırı sağ ve faşist hareketlerin ve bunların iktidarlardaki otoriter sağ temsilcilerinin, en önemli ayağının düşmüş olmasına sevinmeyen, “sonuçta kapitalizm aynen devam” demekle yetinen bir solun, ya hiçbir uluslararası perspektifi yoktur, ya da aslında bu otoriter eğilimlere karşı çıkmakta zorlanacağı bir ideolojiyi savunuyordur zaten.
Trump’ın gidişi, senelerdir hepimizi boğan otoriter sağ dalga için sonun başlangıcı olma potansiyeli taşıyor; bu çok ciddi bir gelişme.
Ancak zafer kazandık diye sevinip rehavete kapılmamalı, yolun henüz başında olduğumuzu unutmamalıyız. Ayrıca unutmamalıyız ki, Biden esas olarak kitlelerin coşkulu desteğiyle değil, büyük sermayenin finansmanıyla yarıştı. Bu iki grubun uzlaşmaz çıkarlarını gözden kaçırırsak her an rüzgâr tersine dönebilir.
Bu kritik fırsatı zafere çevirebilmek için Trump’ın nobranlığından, kestirilemezliğinden korktuğu için desteğini Biden’a veren sermaye ile, Trump’ın işçi düşmanlığına, kadın düşmanlığına, ırkçılığına, homofobisine öfkelendiği için, cebren Biden’a destek veren insanların ayrıştığı bir mücadele tahayyül etmeliyiz.
Deniz Güngören