İstanbul Sözleşmesi ve “Aileerkil Millet”

14.08.2020 - 18:48
Melike Işık
Haberi paylaş

İstanbul Sözleşmesi, bir azınlık tarafından uzun zamandır saldırı altında. “Azınlık” diyorum, çünkü araştırmalar toplumun büyük çoğunluğunun sözleşmeden yana olduğunu gösteriyor. Sözleşmeyle ilgili en çok karşı çıkılan nokta herhalde sözleşmenin “aile yapısını bozduğu” argümanı. Erdoğan da çok geçmeden bu argümana başvurarak “Türk milleti aileerkil bir millettir” dedi. Peki bu “aileerkil millet” nasıl bir şey? İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasını isteyenler hangi aileyi korumaya çalışıyor? Eğer korumaya çalıştıkları aile, kadının ekonomik olarak mecburen erkeğe bağımlı tutulduğu, şiddete göz yumulan, cinsel yönelimi nedeniyle çocuğun şiddet gördüğü aileyse İstanbul Sözleşmesi’ni tehlike olarak görmeleri çok normal. Çünkü hem sözleşmenin hem de kadınların savaş açtığı tek aile bu. Bu aile yapısında kadın daima susuyor, her türlü şiddet ve baskıya karşı hiçbir hakkını kullanamadan evliliğini sürdürüyor. Fakat şiddet faillerinin hayallerini süsleyen bu baskıcı aile tasavvurunun sürmesi mümkün değil, çünkü kadınlar artık susmuyor. 

Metropoll’ün yaptığı araştırmaya göre hiç de iddia edildiği gibi toplum İstanbul Sözleşmesi’ne karşı değil. Aksine AKP ve MHP seçmenleri de dahil olmak üzere toplumun çoğunluğu İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye karşı. AKP’li kadınların da İstanbul Sözleşmesi’nden yana olduğu KADEM’in sözleşmeye verdiği destekle görülmüş oldu. Her ne kadar ardından homofobik açıklamalarla, gelen tepkiyi yatıştırmaya çalıştılarsa da toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim temelinde kadın haklarını koruyan bu sözleşmenin kendi lehlerine olduğunu ilan etmiş oldular. 

Aile için insanlar

Konu devletin sürekliliği olduğunda egemenler tarafından sıkça empoze edilen bir yaklaşım var: devlet için insan anlayışı. Bu yaklaşım, toplumsal örgütlenmelerin insan için meydana gelip daha sonradan bir azınlığın çıkarını korumaya başladığını unutup devleti insandan bağımsız, onun üstünde bir şey olarak görüyor. Aile tartışmalarında da benzer bir yaklaşıma rastlanıyor. Aile, çocuğun bakımını kolaylaştırmaya ve iyileştirmeye, kendisini meydana getiren insanlara daha mutlu bir hayat sunmaya hizmet etmesi gerekirken bugün bu anlamını yitirmiş ve insanların kendisine hizmet etmesi gereken bir baskı aracı haline gelmiş durumda. Öyle ki insanlar gerekirse hem kendinin hem de çocuklarının mutluluğundan feragat edip bu birlikteliği sürdürmeye mecbur bırakılıyor. Boşanmalar ayıplanırken ve toplumsal iflasın bir göstergesi olarak sunulurken iç yüzüne bakılmaksızın her türlü evlilik kutlanılıyor ve teşvik ediliyor. Erdoğan gibi sağcı yöneticiler sık sık ailenin kutsal olduğuna vurgu yapıyor. Oysa kadının ve çocuğun şiddete uğradığı bir ailenin kutsiyeti de olamaz, bu aileyi savunmak şiddeti savunmak anlamına gelir.

Erdoğan, aileyi kutsadığı konuşmasında Türk milletinin de her ferdiyle bir aile olduğunu dile getiriyor. Bu benzetme hiç de şaşırtıcı değil, zira Türkiye halkının da ev içi şiddeti dışarıya yansıtmaması salık verilen kadınlar gibi ekonomik sömürü, özgürlüklerinin kısıtlanması gibi hak ihlallerini suskunluk ve itaatle karşılaması bekleniyor. Karşılaştığı baskı ne olursa olsun, ailesine, yani o ailenin reisi olarak hükumete bağlı kalması bekleniyor. Oysa ne işçi sınıfı ve diğer ezilenler ne de kadınlar artık “kol kırılır yen içinde kalsın” anlayışını kabul etmiyor. “Aile” adı altında normalleştirilen sömürüye karşı mücadele ediyor. Ne Erdoğan’ın ne de İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasını isteyen azınlığın sözleri artık topluma etki etmiyor, çünkü toplumun gözünde “aile” artık şiddeti ve baskıyı meşrulaştıran bir parola olmaktan çıktı.

İstanbul Sözleşmesi tartışmalarında da açıkça görüldüğü gibi sağcı siyasetçiler, “aileyi koruma” meselesini oldukça önemsiyor. Peki kadın ve çocukların haklarını koruyan sözleşmeyi iptal ederken onlardan meydana gelen aileyi nasıl koruyabilirler? Cevabı aşikâr: “aileyi koruma” derken kastettikleri şey erkeği ve faili korumaktan ibaret. Aileyi de emeğin yeniden üretimi için her türlü şiddete göz yumularak sürdürülmesi gereken bir yapı olarak görüyorlar ve bireylerin mutsuzluğunu, aileye bir kutsiyet atfederek bertaraf ediyorlar. Kadın ne zaman hakkını aramaya kalksa, ona ailenin kendisinden daha önemli olduğunu hatırlatarak bundan caydırmaya çalışıyorlar. 

Kadın ve çocuk haklarının kabul edilmesi böyle bir aile için en büyük tehdit. İşte bu yüzden ne zaman bu haklar gündeme gelse bu yerleşik aile anlayışının zarar göreceğinden endişeleniyorlar. Endişelerinde de haklılar, çünkü kadınlar haklarını kazandıkça ev içinde kendilerine vurulan prangalardan da bir bir kurtuluyor. Şiddete ses çıkarıyor, şiddete karşı örgütleniyorlar. 

Melike Işık

[email protected]

Bültene kayıt ol