Anneni de böyle üzdüler oğlum

02.08.2020 - 10:02
Rumeysa Özüyağlı
Haberi paylaş

Bu yazıyı yazmaya başlamak için kendimi uzun süre hazırlamam gerekti açıkçası. Çünkü bu kadar temel bir şeyi savunmak ağırıma gitti, gidiyor. Çok temel bir hakkın savunulması ve bu savununun sonunda kazanılan İstanbul Sözleşmesi’nden bahsediyorum, geçmişte de birçok kez tartışma konusu edilmişti. Ancak şimdi AKP hükümetinin sözleşmeden çekilme konusunda her zamankinden daha kararlı görünmesi, sözleşmenin her açıdan kutuplaştırıcı biçimlerde tartışmaya açılması ve bu tartışmaların kurulma şekilleriyle ötekileştirilmesi hedeflenen LGBTİ+ hareketi söz konusu. Kadınların kazanılmış haklarına yapılan bu saldırıların birçok yönü var tabii. Üstelik mevzu sadece Türkiye ile sınırlı da değil. Ancak Türkiye’de siyasi tartışmaların üslubu ve hedefledikleri, uzun zamandır o kadar çarpık ki; İstanbul Sözleşmesine karşı çıkan, neden karşı çıktığını, savunan da çoğu zaman niye savunduğunu tam olarak anlamıyor aslında. Bu durum son yıllarda ülkece yaşadığımız onca travmayı düşününce, hiç de şaşırtıcı gelmiyor insana işin acı tarafı.

İstanbul Sözleşmesi (Kadına Yönelik Şiddet ve Aile içi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi), imzalayan tarafların yerine getirmekle yükümlü olduğu, anayasalarında yer verdiği; kadına yönelik şiddetin ve ev içi şiddetin önüne geçilmesini hedefleyen bir sözleşmedir. Bunu yaparken izlenecek yöntem olarak da uzun vadede, toplumsal cinsiyete dayalı sorunları çözemeyecek günübirlik koruma kararları vs. politikalar değil, sorunun köküne inmeyi ve toplumsal cinsiyet rollerine dayalı ayrımcılığın önüne geçmeyi hedefleyen geniş kapsamlı bir yaklaşımı olan bir belgedir. Belgede öngörülen politikaların uygulanmasının ve gereklerinin yerine getirilmesinin sorumluluğu devlete aittir. Yani sistematik ev içi şiddete maruz bırakılan kişilerin korunması, devletin yerine getirmesi gereken bir sorumluluktur. 

Bu noktayı biraz irdelemek lazım, çünkü aslında hemen bundan bir önceki cümle inanılmaz derecede mantıksız. Ne yani suça maruz kalanın suçlanması mantıklıydı da, İstanbul Sözleşmesi mi bu durumu bozdu? Hayır elbette, ancak toplumsal cinsiyet rollerine dayalı ayrımcılık, işte böyle bir hakkın dahi korunması için mücadele vermek gereken bir alan, tam olarak bu kadar iliklerimize işlemiş. Suçu işleyeni değil mağduru koruyoruz ve mağdurun suçtan korunması için mücadele vermek zorunda kalıyoruz. Bu kadar temel bir şeyin mücadelesini vermek durumunda kalmak, ancak toplumun her kesiminde kendine bir meşruiyet zemini bulan bir ayrımcılığın söz konusu olmasıyla mümkündür. Çünkü bu türden bir ayrımcılık toplumun “normal”idir. Türkiye’de ve dünyada toplumsal cinsiyete dayalı bir ayrımcılık olmadığını, yani bir sorun olmadığını düşünüyorsanız avantajlı konumda olan sizsiniz demektir. 

İstanbul Sözleşmesine karşı yürütülen kampanyaların dayandığı noktalar genellikle hedeflediği kitlenin sözleşmeden haberdar olmamasına, haberdar olsa bile okumamış olmasına sırtını yaslıyor. Mesela sözleşmeye yapılan eleştirilerden biri kadının beyanı esastır ilkesi çerçevesinde hakkında şikâyet bulunan erkeklerin anında kovuşturmaya uğrayacağı. Halbuki, sözleşmeye göre bir tek tedbir kararı, sadece kadının beyanı esas alınarak konuyor, o da zaten Türkiye’de iyi bir biçimde uygulandığını söyleyemeyeceğimiz bir hak. Bunun dışında birçok başka söylem var ve neredeyse hepsi İstanbul Sözleşmesiyle ilgili bilgi kirliliğine ya da dolaşımda olan bilginin manipüle edilmesine sırtını dayıyor. Bilgi kirliliğinden ziyade bilginin manipülasyonu ile ilgili olan tek bir karşı söylem var o da LGBTİ+ karşıtı söylem. Bunun sebebi ise, Türkiye’de ikili cinsiyet sistemi içerisinde kendini tanımlamayan/tanımlayamayan herkesin hedef haline getirilmesi ve açıkça nefret suçu işlenmesinin toplumsal bir hak olduğunun düşünülmesi.

Kadın cinayetlerinin dehşete düşüren çokluğu ve kadınların yıllardır devam eden normalleşmiş mücadeleleri – tabii buna meşrulaşmak denir mi onu bilemiyorum işte, çünkü bahsettiğim meşruiyet zemini: “senin anan bacın yok mu?” şeklinde bir “kadın hakları savunusu” – ise herkesin ağzında ve destek verilen bir pozisyonda kendine yer buluyor. Tam da az önce belirttiğim gibi kafalar İstanbul anlaşmasına geldiğinde karışıyor. Evet bunun sebeplerinden biri sözleşmenin inanılmaz bir biçimde kara propagandasının yapılıyor olması, ama asıl değişmesi gereken ve sözleşmenin ruhunun da değiştirmeye yeltendiği zihin yapısı aslında tam da burada ortaya çıkıyor. Kâğıt üzerinde kadına şiddete karşı, kendi “anasına bacısına” şiddetin ş’sini göstermek istemeyen erkekler, konu sözde kadınları destekledikleri bu konuların yasayla koruma altına alınması olduğunda, ağızlarını değiştiriveriyorlar. Bunun da bence birkaç farklı sebebi var. 

Ana/bacı kadın değildir

İnanır mısınız bu cümleyi yazarken mantıksızlığına güldüm ama durum böyle. Kadınlığın birçok şekilde şeytanlaştırılmasıyla zerre kadar problemi olmayana, erkek aklının gündelik hayatta “kendisinin olana” bu şeytanlaştırmayı yakıştıramaması sonucunda ortaya çıkan çelişki, işte bu cümlenin altında yatıyor. Ana/bacısının kadınlığını kadın olarak kabul edemiyor ve bu yüzden onlar “ana, bacı”. İstanbul sözleşmesinde hakları korunmaya çalışılan diğer ne olduğu belirsizlerden değiller. Yakıştırdığı kimlikler üzerinden ona “ait” olmayan bütün kadınlar ise birer Femme Fatale*, her kadın birer Lilith** adayı. Ayrıca, kendince bir çeşit masumiyet ya da iyilik gördüğü kadınları da bunun dışında değerlendirebiliyor, ki buna da zaten evinin kadını, evlenilecek kız vs. diyorlar. Bu da ikinci sebep: kadınlığın kötü olması. Yani ya itaatkâr makbul kadın olacaksınız ya da ana/bacı olup kadınlığınızdan vazgeçeceksiniz. Erkek aklının sizin can güvenliğinizi garanti etmek için koşul olarak öne sürdüğü şartlar bunlar. Bazı durumlarda bu makbul kadınlar ve ana/bacılar aynı kadın da olabiliyor.

Erkeklere küçük bir sürprizim var bu noktada, ananız ve bacınız kadın. Valla. Eksik samimiyetinizin kapsamı içine almadığınız her eğlenilecek kızın, birinin anası ya da bacısı olma ihtimali var. Kendi korumaya çalıştıklarınız da sizden başka erkekler tarafından birçok farklı şekilde “şey”leştiriliyor. Yine de bununla bir sorununuz yok, yine de kadın haklarıyla ilgili bir konuyu tartışırken kendinize kadar ve “kendinizinkine” dair bir sınırınız var. Erkeklik kimliği, taşıyıcısına da zarar verdiğinde, en “pro-feminist” olanınız bunu tembellik hakkı olarak yorumluyorsunuz çoğunlukla. Erkeksiniz diye sizden beklenenlerden vazgeçerken insan olarak sorumluluklarınızı da yakınınızdaki kadının üzerine yıkıveriyorsunuz. Kadınların sizi sırtında taşımalarını bekliyorsunuz. Sizin söyleminizle “Hanımcılık kazanıyor”. 

Kendinize ait olduğunu sandığınız kadınlara dair bir koruma içgüdüsüyle ya da makbul kadın beklentisine göre hareket ettiğinizde, yanıbaşınızdakinin güvenliğini kendi erkekliğiniz üzerinden garanti ettiğinizi sanıyorsunuz. Ama başka erkeklerin saldırılarını kabul eden bir toplum sözleşmesi imzalamış oluyorsunuz aslında bu dayanışmayla. İşte erkek dayanışması budur ve toksik oluşu, erkek kimliğinin taşıyıcısına da zarar vermesi bundadır. Bırakın cinsel yöneliminizin ne olduğunun “şaibeli” oluşu yüzünden errrrrrkekliğin tehdidi altında olmayı, dönüp sizi vuran bir silah olarak erkek dayanışmasından biyolojik hetero erkek de olsanız kendi sevdiklerinizi kurtaramazsınız. Erkek dayanışmasının hastalıklı bakış açısıyla kafanızı kuma daha ne kadar gömeceksiniz?

Akışkan cinsiyet

Gelelim toplumsal cinsiyet rollerine dayalı ayrışmanın önüne geçilmesi ile ilgili LGBTİ+ kabusuna. Hayatın her alanında şahit oluyor olmamıza rağmen bu cinsiyet rollerinin akışkanlığının tartışma konusu olması gerçekten komik. Çıplak Kral’a elbise mi yamayacaksınız? Eskiden Kanal D’de bir dizi yayınlanırdı Fırtına*** diye. Toplumsal cinsiyet rollerinin akışkan olması konusunun ne demek olduğunu anlamayan, bu dizideki partnerlerin – yaşlı partnerlerin – arasındaki ilişkiye baksın lütfen. Bu diziyi örnek veriyorum, çünkü şu an yayınlanan Karadeniz dizilerinden haberim olmadığı gibi, bir fenomen olarak Karadeniz Bölgesindeki bu toplumsal cinsiyet rollerinin değişimine çok iyi örnek olduğunu düşünüyorum. Fabrikayı geçindiren kadınlar, namus bekçiliği yapan kadınlar, sadece bu kadarla da değil, kadınlığa dair bütün rolleri yerine getirmeleri beklenen kadınlar, görmek isterseniz bakabilirsiniz. Yok eğer entelektüel dertleriniz varsa, dandik bir TV dizisi izleyemiyorsanız, gidin bir Sibel**** izleyin. Erkekler şöyle yapıyor, erkekler böyle yapıyor diye anlattığım bütün o davranışların, yani erkek kimliğine ait toplumsal cinsiyet rollerinin, Sibel’in yaşadığı köyde nasıl da köyün kadınları tarafından üstlenildiğini görün. 

Katledilen tüm kadınların kanlarıyla ıslanmış, tırnaklarla kazınarak elde edilmiş hakların saldırı altında olması, daha doğrusu olabilmesi insanın kendi öfkesine hâkim olabilmesini imkansızlaştırıyor. Çünkü bu yapılanlar insanlık onurunun yok sayılması anlamına gelir. Yaptıklarınızı, gerçekleştirdiklerinizi, başardıklarınızı geçmişte tarihten sildik, şimdi yine siliyoruz ve silmeye devam edeceğiz demektir, kadınlara bu yapılanlar. İstanbul Sözleşmesinin feshinin değil nasıl daha iyi uygulanabileceğinin tartışılıyor olması gerekirdi, kadınların ortaya koydukları hayatlarının yok sayılması yerine. Bu yazıyı yazarken bu kadar temel bir şeyi savunmak zorunda kalıyor olmak hâlâ ağırıma gidiyor açıkçası. Aklıma bir şeker markasının isminin cinsiyetçi tınılar taşıyıp taşımadığına dair gündemleri olan yerler geliyor istemsizce, her gün direkt olarak canımız için mücadele ediyor olmak yerine. Ama bir yandan da yaşlandığımızda hayatımızın mücadele içinde geçen yıllarını en güzel yılları olarak hatırlayacağımıza dair olan inançlarım geliyor ve ona tutunuyorum. Üzgünüm. Birçok kadının söyleyeceği ve Agnes Varda’nın da söylediği gibi; sevimli şeylerden bahsetmek için fazla öfkeliyim sanırım. Canımızı yaktınız, yakıyorsunuz ve yakacağınızı söylüyorsunuz; sonra da neden bu kadar öfkeli olduğumuzu merak ediyorsunuz.

Rumeysa Özüyağlı

* Femme fatale, ilişkiye girdiği erkeklere, sonunda büyük sıkıntılar yaşatan çekici ve baştan çıkarıcı kadın. Fransızcada "felakete neden olan kadın" anlamına gelir.

** Lilith: Hıristiyan mitolojisinde, Eve’den önce yaratılan ve erkeğine itaat etmediği için cezalandırıldığı söylenen orijinal Eve. 

*** Fırtına, 2006-2007 sezonunda Kanal D'de 48 bölüm yayımlanmış, iki Karadenizli ailenin yaşantısını anlatan TV dizisidir.

*** Sibel, yönetmenliği ve senaristliği Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti tarafından gerçekleştirilen, 2018 çıkışlı dramatik filmdir.

Bültene kayıt ol