İki kişinin arasında aşk nasıl olur? Nasıl başlar ve nasıl devam eder? Mesela Irakli ile Merab* arasında ya da Leyla ile Mecnun arasında aşk nasıl başlar ve hikâye nasıl son bulur? Irakli'nin dönmek ve geçindirmek zorunda olduğu bir ailesi vardır, Leyla başkasıyla evlendirilir vs. vs. Toplumun kişilerden beklentileri ve kişilerin kendileri için istedikleri çatıştığında, bir şekilde ayrılık gelmiş olur. Peki kavuşmalarında bir mâni olmayan, toplumsal cinsiyet rollerini kadın/erkek olarak benimseyen iki kişinin aşktan yana bir eksikliği olmayan ilişkileri neden yürümez? Yahut neden Mecnun olmak hep yüceltilir de, dalgınlık ya da içli içli uzaklara bakmak eylemleri “Leyla mısın?” sorusunun aşağılanan muhatabıdır?
Italo Calvino’nun bir kitabı var, ismi Kesişen Yazgılar Şatosu. Birçok açıdan ilginç bir kitap, okumak isteyenler bakabilir. Ben sadece kitaptaki bir hikâyeden bahsetmek istiyorum, daha doğrusu kitaptaki bir hikâyeyi anlatmak istiyorum. Bahsi geçen hikâyenin adı Zor Kurtulan Savaşçının Öyküsü. Kısaca hikâyede olan şu: Bir şövalye savaş meydanında ulaklık gibi bir görevdedir ve karşısına mor bir zırh giyen bir başka şövalye çıkar. Bizim şövalye görevini unutur ve mor zırhlı şövalyeyi savaş meydanındaki rakibi olarak seçer. Dövüşe tutuşurlar, aralarındaki uyum o kadar yüksektir ki dışarıdan bakıldığında dans ediyormuş gibi görünürler. Daha sonra meydanda bir boru sesi duyulur. Şövalye bu sesle birlikte yerine getirmesi gereken görevi hatırlar ve bir anlığına gözleri ulaşmak istediği yere yani ormanın içinde ordunun konakladığı yere döner. Bu an geçtiğinde şövalyemiz karşısındaki mor zırhlı şövalyenin ortadan kaybolduğunu fark eder. Ancak kendisinin de yerine getirmesi gereken bir görev vardır o yüzden de bu görevi yerine getirmek üzere ormana dalar. Ordunun konakladığı yere varır ancak bir de ne görsün? Koskoca ordu darmaduman edilmiştir. Herkes yerde yatmaktadır. Bizimki zar zor hayatta kalabilmiş bir askeri bulur ve neler olduğunu sorar. Asker de gelenlerin kimler olduklarını net olarak hatırlayamadığını ancak bir anda geldiklerini ve koskoca ordunun bu hale nasıl geldiğini dahi anlayamadığını anlatır. Bunu yapanların gittikleri yönü de ormanda bizim şövalyeye gösterir. Bizimki hemen kalkıp gösterilen yöne doğru harekete geçer, çok geçmeden bir ağacın orada sahibi etrafta görünmeyen mor bir zırhın durduğunu görür. Hemen etrafına bakınır ve bu zırhın sahibini bulur. Mor şövalye ormandaki gölde yıkanmaktadır.
Bizimki az önce dans ettiği şövalyenin bir kadın olduğunu, hem de bu kadının tam önünde duran ve gölde yıkanan kadın olduğunu fark edince, anında mor şövalyeye âşık olur. Hikâyenin burasında şövalyenin iki seçeneği vardır, ya karşısındaki kişiyi düşmanı olarak tanıyacaktır ve bu durumda dövüşmek için -savaşın hukuku gereği- düşmanının yıkanmayı bitirip zırhını giymesini bekleyecektir ya da kendi zırhını bir tarafa atıp bir âşık olarak sevdiği kadının kollarına kendisini atacaktır. Hikâyeye göre aşkın ve savaşın farkı budur. Ancak bizim şövalye bunlardan birini yapmaz. Onun yerine zırhını kuşanmış bir vaziyette mor şövalyenin gölden çıkmasını bekler. Aklındaki ise sevdiği kadını zırhı olmadan yakalayıp aşkta muzaffer olmaktır. Hikâyenin devamında ne olduğunun çok da bir önemi yok, çünkü buraya kadar olan kısmı anlatmak istediğim şeyi anlatabilmek için yeterli.
İçinde bulunduğumuz aşk ilişkilerinde toplumsal cinsiyet rollerinin ve bu rollerin nasıl, ne kadar ve nelere rağmen üzerimize giydiğimiz birer zırh olduğunun aynı bu hikâyede anlatıldığı gibi olduğunu düşünüyorum: yani savaşmakla alakası olmayan bir ilişkilenme biçimi istenmesine rağmen aynı ilişkinin muzafferi olma ya da ilişkiden muzaffer ayrılma çabası. Kaybedenler Kulübü filminden tanıdığımız erkekler, Issız Adam’lar, kızım ben seni üzerimciler, kendi kadın düşmanlıklarını kabul edip, bu düşmanlığa rağmen hatta bunun için sevilmeleri gerektiğine dair hikâyeler anlatan minyatür Onur Ünlüler, Tarkovskiler… Karşılarında herhangi bir şekilde kendilerini savunmayan bir kadın gören zırhlı şövalyelerin zırhlarından asla vazgeçmemelerinin hikâyesidir, çoğu zaman bir kadınla bir erkek arasında geçen. Bazen kendilerini savunmadıklarına dahi bakmaz ve öylece sallarlar kılıçlarını, çıplak haldeki kadınların üzerlerine.
Üstelik aşka dair hikâyelerin de nasıl taraflı oldukları savunulabilir, hatta kanıtlanabilir aslında. Mesela Leyla ile Mecnun’u bir düşünelim bir de erkekler tarafından sık sık dile getirilen, aşkı için çöllere düşmüş kadın var mı ya da aşkı için Mecnun olmuş** kadın var mı sorularını. Hikâyede babası tarafından zorla bir başka bir kişiyle evlendirilen Leyla, Mecnun’u bırakıp da başkasıyla evlenmiş olmasıyla eleştirilir. Mecnun olmak sanki âşık olmuş olmanın çok üstün bir aşamasıymış gibi anlatılır ve kadınlara hanginiz aşkından Mecnun oldu sorusu yöneltilir. Toplumsal cinsiyet rollerinin birbiri içine geçtiği hatta eridiği bir başka hikâye olan And Then We Danced filminde ise, -yazının hemen başında karakterlerin adını vermiştim- ailesine bakmak gibi bir sorumluluğu olduğunu düşündüğü için Merab’ı terk etmek zorunda kalan Irakli hakkında, neden memleketine döndü ki diye bir soru sormak bile, insana abesle iştigal gibi gelir. Oysaki Irakli ve Leyla arasındaki fark, Irakli’nin durumunun görece kendi seçimi olmasından ibaret.
Daha uzun yazmak isterdim ama sanırım bu kadarla yetineceğim. Erkekliğin her türlüsünün bir duygusal yük olduğunu düşünen biri olarak, hayatımızın her alanında, insan olma halimizin derecesini ispatlamak zorunda bırakıldığımızı düşünüyorum, bahsi geçen bu kimlik karşısında. Oysa toplumsal cinsiyet rollerinin hayatlarımızın neresinde ve nasıl bizi etkilediğine dair bugün ciltler dolusu fikirlerimiz var. Muhtemel aşk için çıktığımız yollarda küçük ilişkilerimizin içinde yaşadığımız küçük hayal kırıklıklarının anlatılması, bu fikirlerin bizleri içinde saydırdığı mücadelemizin belki de en lüks tarafı. Taciz, tecavüz ya da şiddetin her türlüsünün kendisine gündelik hayat tecrübesinin içinde ve normal başlığı altında yer bulduğu bir dünyada yaşıyoruz. Asla yalnız yürümek istemediğimiz o yollarda karşı tarafa belki ölülerimizden korkar, belki ölülerimizden utanır diye ölülerimizi göstererek insan olmaklığımızı kanıtlamaya çalışacak kadar zor durumdayız. Bütün iyi dileklerimize rağmen her gün bir kişi daha eksiliyoruz. Adını anmayacağım şimdi bu paragrafta yazdıklarımı yazma sebebim olan kişinin ancak sadece şunu söyleyeceğim;
Muhtemel aşk için bendini aşan tüm kadınlara…
Rumeysa Özüyağlı
* Ve Sonra Dans Ettik – And Then We Danced filmindeki aşık karakterler
**Leyla ile Mecnun hikâyesindeki Mecnun'un gerçek adı Kays’tır. Mecnun cinnet getiren, delirmiş anlamlarına gelir ve Kays çöllere düştükten sonra kendisine öyle seslenilmeye başlanmıştır.