Sanatla ilgili bir yazı

17.07.2020 - 19:34
Rumeysa Özüyağlı
Haberi paylaş

Çoğu şeyin bir modası olduğu gibi siyasette konuşulanın de bir modası olması, her şeyin bir zamanının olması çok garip değil mi? Sadece kendi çocukluğumdan bu yana modası geçmiş bir sürü söylem ve dolayısıyla sayısız kaçırılmış fırsat sayabilirim sanırım siyasette. Yapılan yanlışları yeni yanlışlarla düzeltmeye çalışmalar, tutulmamış sözler, kimse onları dinlemediği için öldürülmüş kadınlar, bedenleri sahilde unutulan ölü çocuklar… Ne kadarını hatırlıyoruz her gün değişen gündemimizde diyeceğim ve bir şeyler anlatacağım. Sadece kendi hikâyemi yazmak istemezdim böyle ağır laflar ettikten sonra, ama kendi hikâyemi yazıyor olmaktan başka bir şansım da yok sanırım. 

Mesela üniversiteye ilk geldiğim 2012 yılında Müslümanları tek millet sanıyordum. O sene yapılan Ali Şeriati sempozyumunda Cihan Aktaş diye birini dinlemiştim mesela, bir kadından sanki biriymiş gibi hatta sanki Ali Şeriati’nin hayatında bir etkisi varmış gibi bahsediyordu. Sonraları uzun uzun hasretini çektiğim birisi oldu, daha sonra da umudu kestiğim birisi maalesef. Aynı sempozyumda Hilal Kaplan diye biriyle de tanışmıştım, hiç saklamaya lüzum yok. Zaten derdimi “AKP’nin ne mal olduğunu biz taa o zaman anlamıştık” diyen inanılmaz laik Cumhuriyet Mitingcilerine anlatmak gibi bir kaygım da yok. 

Derdimi hem benimle büyüyüp hem de Türkiye’de olumlu bir gelişme olmasını “normal”, olmamasını ise “anormal” sanan insanlara anlatmak istiyorum. Çünkü biz hepimiz yanıldık. Ama yanılgımız Hilal Kaplan gibi insanların ya da işler kızışınca ortalıktan çekiliveren hanımefendilerin bizi ortada koydukları yerde değildi. 

Derdimi Cengiz Çandar’a anlatmak istiyorum mesela, ülkede işler sarpa sarınca yaptığı açıklamalar içime oturmuştu çünkü. Neden diye sormayın, başörtülülere “biz 28 Şubat’ta sizin yanınızdaydık” diyen çoğu insanın samimiyetine inanmıyorum aslında. Ama nedense Cengiz Çandar’a inanıyorum. 

Biz yanıldık, çünkü asıl normal olana hazırlıksız yakalandık. Mesela ben Müslümanları, hep güzel şeyler olsun isteyip bunun için uğraşan, sonucunda güzel şeyler olamazsa ona da artık ilahi takdir diyebileceğimiz kadar emek veren kişiler sanıyordum. Hatta daha komiğini bir daha söyleyeyim, bütün Müslümanları tek bir millet sanıyordum. 

Ben lisedeyken Gürkan Zengin diye bir gazeteci, kim olduğu hakkında kitabını okumuş olmamdan başka hiçbir fikrim yok, HOCA diye bir kitap yazmıştı (Ahmet Davutoğlu’nun danışmanlarına sesleneyim buradan, TikTok videosu çektireceğinize bu kitabı tekrar bastırabilirsiniz, muhtemelen daha çok işinize yarar). Ben yemiştim o kitabı, inanmıştım Davutoğlu’na bir idol olarak yani. Gerçekten. Ahmet Davutoğlu benim için bir “hoca” olmuştu. Şimdi ise iş ancak kendi kızının okuduğu, kendisinin kurduğu ve yine kendisinin mütevelli heyeti başkanı olduğu (hâlâ öyle miydi bilemiyorum) üniversiteye gelince eğitimciliği aklına geldi de, çıkıp yüce davası hakkında konuşmayı biz garibanlara lütfetti. 

O konuşmada sesi çatladı, eğitimin kendisi için ne kadar da önemli olduğunu falan anlattı. Ben de şunu merak ettim, Fethullahçıları, FETÖcü suçlaması yapmak dışında, konuşmak bugün artık tabu. Tabu olduğu için de hasbelkader liselerinde, üniversitelerinde, dersanelerinde bulunmuş kimseler de sanki geçmişlerinde kara bir leke gizlermişçesine hareket etmek durumunda kalıyorlar. 

Bir zamanların fena olmayan gazetecisi, şimdinin ciddiyetsiz insanı Cüneyt Özdemir’in de dediği gibi geçmişte o ya da bu şekilde herkesin az buçuk ilişkilendiği bu Fethullahçılar, Ahmet Davutoğlu’nun çok kıymet verdiği eğitim alanında tekel haline gelirken, Davutoğlu’nun sesi kimin için çatlıyordu acaba? KPSS ve ÖSYM tarafından hazırlanmış sınavlarda yaşanan skandallarda bu harikulade tutumunu ne kadar sergiledi merak ediyorum şahsen. 

Unutmaktan ya da kayıtsız kalmaktan imtina ettiğim şeyleri anlattım biraz. Konumuzla yakından ilgili olduklarını da düşünüyorum ama bu yazıyı bütüncül bir yazı olmaktan çıkaracak bu dertlerim sanırım. Kendi dertlerimi anlatmak değildi amacım. Aslında Khaled Hosseini’nin Deniz Duası isimli kitabından bahsetmek istemiştim. 

Deniz Duası 2015’te cesedi kıyıya vurmuş olan yani Aylan Kurdi’nin anısına yazılmış bir kitap. 2018 yılında Everest yayınları tarafından basılmış Hosseini’nin diğer kitapları gibi. Çok da güzel bir kitap; içeriği güzel, tasarımı güzel, kokusu güzel. Başta güzel çizimleri olan bir kitap satın aldığımı sanmıştım, öyle neye dair olduğuna falan çok dikkat etmemiştim açıkçası ve benim için kitaplığın bir köşesinde sadece görüp görüp mutlu olacağımı düşündüğüm bir şeydi sadece. Mutluluk için tüketilecek bir şeydi bana göre o haliyle. 

Ama kitabı inceledikçe ister istemez trajedilerin insanlar için ne zamandan beri tüketilmeye müsait hale geldiğini de merak ettim. Tabii ki bu cümleyle Deniz Duası kitabını yazan ya da basan kimseyi suçlamıyorum, çünkü sonuçta kitapta yazan şeyleri tüketip tüketmeyeceklerine okurları karar verecek.  

Ama mesela konu bir babanın ağzından bir çocuğa yazılmış hayali bir mektup değil de mümkün olanların en acısı olduğu umularak tasarlanmış bir trajediyse? O zaman ne olacak? İnsan kendi sorumluluğu üzerinde iki kere düşünüyor böyle tasarlanan şeylerle karşı karşıyayken. Türkiye’deki popüler örnekleri, Sezercik ve Küçük Emrah filmleri gibi yapımlardır sanırım, ancak beni bu şekilde düşünmeye iten geçmişin soluk görüntülerinden çekip çıkardığım bir nostalji değildi. 

Düşüncelerimi temellendirdiğim şey epey ünlü bir film aslında. Denis Villeneuve tarafından çekilmiş bir film olan Incendies filmini kastediyorum. Bu filmde mümkün olabilecek en acı trajediye ulaşabilmek için anlatıcının kendi hayal gücü yetmemiş, Oedipus mitinden bile yararlanılmış belli ki. Uzun uzun filmin çözümlemesini yapmak istemiyorum ama bu filmi izleyip anlatılan hikâyenin yaşanmış olma ihtimalini, bu durumda bir kadının ne yapabileceğini düşüne düşüne hafif kafayı yemiştim izlediğimde. Çünkü eğer gün gelir de böyle bir hikâyeye gerçekten şahit olursam vermem gerektiğine inandığım tepkiyi verebilecek miyim, yoksa ben bu filmi izlemiştim mi diyeceğim? 

Incendies filminde Oedipus mitine benzer bir hikâye işlenmiş olması bir başka açıdan bana bir diğer Yunan Tragedyasını ve sonrasında da Platon’u hatırlatıyor. Platon’un sanat ve çoğu şey hakkındaki görüşlerinin ne kadar da ifade özgürlüğüne karşı olduğunu, faşizmin, dolayısıyla da yasaklamanın fikir babası olduğunu çok defa duyduk. Ama karşı durduğunun, Antigone’nin hikâyesinin anlatılıyor olması değil de, nasıl ve neden anlatılıyor olması olduğunu hiç düşünmüş müydük?

Rumeysa Ozüyağlı

Bültene kayıt ol