Bir süredir dünyada hararetli bir tartışma dönüyor. Bu tartışma “trans” kadınlarla “biyolojik” kadınlar arasında gerçekleşiyor ve bu “biyolojik” kadınların çoğu kendilerine radikal feminist diyor. Bir grup kadın kendilerinin kadın olduklarını kanıtlamak zorunda bırakılırken diğer, grup kendi “kadınlıklarını” yitirmek istemiyor. Mevzuya bu çerçeveden bakınca kimin haklı kimin haksız olduğuna dair bir tartışma bile anlamsız görünüyor: yani bazı kadınların kadınlıklarını sanki hayallerde kurulmuş bir iddianın ürünü gibi düşünmediğimizde. Ancak bu tartışmaları sen haklısın sen haksız diye kestirip atmak da kolay değil. Çünkü gündelik hayatın koşulları tartışmanın bir tarafını diğer tarafına göre dezavantajlı bir konumda bırakıyor. Çoğu “trans” kadın kendisini savunmak dışında neredeyse hiçbir şey yap(a)mıyor. Peki bunun eleştirilecek bir tarafı mı var? Çünkü çok yakın zaman dilimlerinde bile sayısız kez gördüğümüz gibi; muhalifler arasında olup kendi hakkını da muhalefet etmenin çerçevesi içinde aramak isteyenler, kendilerinden daha muhalif olanlar tarafından üzerlerine atılan binlerce argüman altında ezilmeye mahkûm edilmişlerdir. Eğer mevzu erkeklik kimliğinin kurduğu iktidara ve bu kimliğin taşıyıcıları olanlara itiraz etmekse, muhalefette duracak olanların muhalefette durmayı ne kadar hak ettiğine kim karar verebilir?
Tartışmalarda meselenin ucu; tecavüze uğrayan, öldürülen, seks işçisi olarak çalışmak zorunda bırakılan kadınların yaşam haklarının savunulup savunulmayacağı gibi bir yerlere dokunuyor. Yine de bu tartışmalarda kimin kadınlığına kim karar verecek yarışına mı gireceğiz?
Bir ilacın reçetesine kadın/erkek ibaresi yerine XX-XY koymak bu kadar kolayken ama ilaçları neye göre alacağız sorusu da, biyoloji biliminin söyleminin kurgulanmasındaki saçma sapan argümanlarla (Bkz. Evrimsel olarak erkeğin daha güçlü dolayısıyla farklı olduğu, kadının yumurtaları sayılıdır ama erkeğin spermleri sonsuzdur o yüzden kadınlar birlikte olacakları erkekleri özenle seçerler ama erkekler her kadınla birlikte olmak isterler gibi argümanlar) yıllardır kendilerini tanımlanmaktan korumaya çalışan radikal feministlerin kendilerini tam da aynı biyoloji üzerinden tanımlama konusunda bu kadar istekli olması da biraz garip değil mi? Yani biyoloji terminolojisinden kadın/erkek’i kaldırıp XX-YY koymak çok mu zor? Zaten bu haliyle XX ya da XY kromozomlarına 44+2 şeklinde sahip olmayanlar da “biyolojik” kadınlığa ve erkekliğe göre bir skalaya yerleştiriliyor.
Bütün bu tartışmanın can yakan tarafı ise radikal feministler tarafının iddialarında. Bu iddialardan biri, “biyolojik cinsiyeti” değiştirmek için gerekli olan hormon tedavisi ilaçlarının yeni olması sebebiyle kullananda oluşturabileceği yan etkilerinden “diğer” kadınları “korumak” üzerine kurulu. Allah aşkına siz kimi, neyden; kime ve neye karşı koruyorsunuz? Keşke bunu bir argüman diye dayatamadan önce bir düşünseydiniz. Oldu olacak esas düşman patriarkal düzen, o yüzden birleşip ona karşı örgütlenelim deseydiniz. Bu söylem, Türkiye’de İslamcılardan, sosyalistlere pek çok farklı muhalif grubun diğer grupların varlıklarını kabul ettirme arayışında oluşlarına karşı verdikleri muazzam reaksiyonlara benzemiyor mu sizce? Ya da herhangi bir mücadele içinde var olmaya çalışan kadınların erkekler tarafından mücadeleye zarar vermekle suçlandığı o hikayelere? (Bkz. Esas düşman dinsiz devlet/müesses nizam, esas düşman kapitalist sistem). Bir diğer iddia da 18 yaşından küçük ve aklında cinsel yönelimiyle alakalı sorular olanların; hormon tedavisi alıp alamayacaklarına kimin karar vereceğine dair, “çocukları koruyan” söylem. Affedersiniz ama bugün bütün dünyada hangi siyasete bakarsanız bakın en az konuşulan şey çocukların hayatlarının ne durumda olduğu ve dünyada olup biten her şeyden ne kadar ve nasıl etkilendikleri. Çocukları anlamak ve hatta asgarisi olan makul bir yaklaşımla taleplerini dinleyebilmekten yoksun yetişkinler, sanki çocuk hakları uzmanı kesilmişler de cinsiyet belası öcüsünden çocukları koruyorlar. Çocuk haklarını şimdi mi hatırladınız?
Kendi özgürlüğümün seküler feministler ve muhalefetin bilumum seküler bileşeni tarafından sorgulanması sürecindeki tecrübemle radikal ve biyolojik kadınlığı konusunda “kaygılı” feministlerin kadınlıklarını sorguladıkları kadınların tecrübeleri arasındaki paralellik, zamanında kendi kadınlıklarını savunmak durumunda kaldıklarında erkeklerin kullandığı söylemlere benzer söylemlerde bulunmaları, iddiaların kurgulanmasındaki ısrarlı mağduriyet anlatısı gibi durumlar beni meselede bir art niyet olduğunu fark etmeye zorluyor. Başörtülü olduğu için spor yapamamaktan ve bilumum "özgürlük alanlarından" sanki başörtülü kadınların hepsi isim yapmış birer sporcu olacakmış da bundan mahrum bırakılmışlar gibi bahsetmeleri -bırakın da hangi özgürlükten "mahrum kalmak" isteyeceklerine kendileri karar versinler- , konu bu tartışmalara gelince pat diye dönüp ama onlar spor yaparsa nasıl olacak ki o zaman oluyor. Sanki kurtarılmış alanlarda siyaset yapılıyor ve kurtarmak istediğimiz bir diğer alan da spor. Burada spor yapan başörtülü olunca onu, onun için ve ona rağmen onun iyiliğini düşünmek söz konusuyken; mevzu kadınlığına şüpheyle yaklaşılan kadınlar olunca bu defa da spor yapmak yasaklanmak isteniyor, aman gelip de hepimizi yenecekler o zaman ne olacak sorusunu besleyen bir mesele haline geliyor. Türkiye’de başörtülülerin başörtüsüyle özgür olup olamayacağı tartışmasının geleceği noktanın seküler feministlerin haklarına neler yapacağı sorusu, haftada en az bir kere kâbuslarına giriyordur herhalde. Bu durumda son zamanlardaki tartışma konumuz olan “trans” kadınların özgürlüklerinden duyulan korku da radikal feministlerin kabuslarını süsleyebilir artık. Tabi bu ikinci kâbus sadece radikal feministlerin uykularını kaçırmıyor. Çünkü biyolojik olarak kadın olup olmama konusu bir eksenken, özgür kadın olup olmama konusu bir başka eksen ve “biyolojik” kadınlar bu tartışmalarda avantajlı konumda bulunuyor.
Gelelim radikal feministlerin bu ısrarının ardında yatan, kadınların çilesini çektiği gerçeklere ve politik teorinin hayatlarımızdaki acı tadına. Başta şunu kabul etmek gerekir ki; Queer Teori şemsiyesi altında, cinsel yönelimini XX kromozomuna biyolojide atfedilen kadın ibaresi üzerinden tanımlamak bir radikal feministe kâğıt üzerinde hiçbir şey kaybettirmez ama ikinci dalga feminizmin özcü yaklaşımı ve bu “öze” biyolojik kadınlığın da dahil olması yüzünden XX kromozomu taşımayan bir kadın kendisine ikinci dalganın çatısı altında yer bulamaz. Ama o zaman fizyolojileri sebebiyle maruz kaldıklarına karşı yıllarca hayatta kalmak için bin bir şekilde direnmiş ve bir şekilde hayatta kalmaya çalışmış kadınların hikayeleri Queer Teorinin yadsınamaz haklılığı ve mücadele yöntemi karşısında eriyip unutulmalı mı? Yaşamlarında minicik alanlarda kendilerini var etmeye çalışan, belki de çağımızın bilgi sorunu ve hiyerarşisi yüzünden bu tartışmayı yapabilecek terim setlerinden dahi habersiz; bu gibi tartışmaların yer aldığı kaynakların adının bile geçemeyecek olduğu evlerde eksik hayatlar sürmeye mahkûm edilmiş olan kadınların hayatlarına ne olacak sorusu gereksiz bir soru mu? Bu açıdan kadınların görece kurtarılmış alanlarına sızan erkekler korkusu mesnetsiz değil ama bu kaygıyı “bizim biyolojik kadın olmuş olmanın getirdiği sorunlarla bir derdimiz var, o yüzden de sizin derdiniz umurumuzda değil hepiniz de bu alanlara sızmaya çalışan erkeklersiniz” diyerek kadınların kadınlıklarını yok saydığınızda erkeklerden farklı bir yere mi düşüyorsunuz? Ya da cinsiyetlerini kadın olarak beyan etmiş insanların fotoğraflarını terbiyesizce birtakım sosyal mecralarda paylaşıp “şuna bir bakın, şuna kadın diyebilir misiniz” diyerek kürsülerden kadınların nasıl görünmesi gerektiğini tarif eden hocalardan farklı bir şey mi söylediğinizi düşünüyorsunuz?
Radikal feministlerin bu gibi tartışmalardaki tutumlarının makul bir açıklaması olamaz ve bir adım geri gidip ne söylediklerine, söylediklerinin kendilerini nereye ve ne şekilde düşürdüğüne bakmalarını talep etmek tabii ki hakkımızdır. ABD’de siyahların beyaz feminizme, Türkiye’de Müslümanların seküler feminizme ve bütün dünyada bir şekilde kadınlık tecrübesi dışına itilen bütün kadınların da biz biyolojik kadınlara bu soruların yanıtlarını sormaları kadar doğal ne olabilir? “Biyolojik” kadınlar olarak biz, kendimizi tarihin en fazla ezilen grubu mu sanıyorduk yoksa? Kurduğumuz çok çeşit çeşit ilişkide (evlilik, kız arkadaş-erkek arkadaş, öğrenci-öğretmen ilişkisi, mesleki ilişkiler, çalışma şartları, ev içi emek vb.) dezavantajlı konumlarda kendimizi buluvermemiz sebebiyle adaletin yılmaz savunucusu mu sanıyorduk kendimizi?
Bir bilgi denizinin ortasında yüzen, toplumla kurduğumuz ilişkilerimizde kıyısından birazcık da olsa “özgürleşmiş” feministler olarak sokakta bir an durdurup hayatını sormaya belki cesaret edemeyeceğimiz o “diğer” kadınların hayatlarından dahi haberdar değiliz en başta, olmuyoruz, olamıyoruz. Yine de biyolojik açıdan kadın olarak tanımlanmış olmanın, “fizyolojik farklılıkların”, dünyanın bu halinin bize geçmişte yaptıklarının, bugün yapmaya devam ettiklerinin; tam da bu tecrübelerin unutulmasından korkmuyor muyuz? Gelecekte biyolojik kadınlığımızı bir kenara bıraktık diye bu tecrübelerin yitip gittiği ve her türlü kazanılmış hakkın yok olduğu bir distopik kurgu kimin gözünün önüne gelmiyor?
Korkular tabii ki olabilir ama aynı zamanda bir şekilde kendini bu tartışmaları yapacak konumda bulmuş “bilinçli” kadınlar olarak bırakın başkalarının hayatına pozitif anlamda dokunabilmeyi çoğu zaman gözümüzün önündekini bilerek veya bilmeden yok sayıyoruz. Bu halimizle de kalkıp bir kadına sen yeterince kadın değilsin demeyi kendimizde hak biliyoruz. Biyolojik olarak kadın sıfatıyla tanımlanmış olmanın hayatlarımızdaki etkisi tabi ki yok sayılamaz ama bunun unutulmasından duyduğumuz korku, kazanılmış küçük yaşam alanlarının savunulması; neden kadınlığını bile kabul etme konusunda çoğu zaman başarısız olduğumuz kadınların üzerine bindirdiğimiz bir yük haline geliyor? Eğer biyolojik olarak kadın diye tanımlanmış olmak gündelik hayatta bulunduğumuz ortamlarda “biyolojik” kadınları dezavantajlı konuma getiriyorsa, aynı tanım biyoloji dünyası tarafından kadın olarak takdis edilmemiş kadınları “biyolojik” kadınlar arasında nereye getiriyor?
Şiddet uygulamayı, öldürmeyi, tecavüz etmeyi, kadınlar üzerinde mülkiyet ilişkisi kurmayı kendilerine verilmiş bir hak bilen “sıradan” erkekler var. Giyimlerinin “doğrusunu” kadınlara göstermeye çalışan, kadınların nasıl düşüneceklerini bile bilmedikleri “bilgisiyle” kadınlara yaklaşan dolaysıyla kadınlar yerine düşünen, kadınlar yerine konuşan, kadınların haklarını kadınlara rağmen ve kadınlar için savunan “ortalama” erkekler var. İçinde bulundukları “bilinç düzeyi yüksek” toplumun baskısıyla ortalık yerde cinsiyetçi küfretmemeyi ama kendi aralarında geçen sohbetlerde de bunu zerre kadar umursamadığını açık edebileceğini öğrenmiş yalancı entelektüelleri, kimin yeterince insan olup olmadığına karar verecek mercide bulundukları iddiasıyla konuşmayı kendilerinde bir hak bilen erkekleri her Allah’ın günü bir yerlerde bir şekilde görüyoruz ve duyuyoruz. Dün kadınlar öldürüldüler. Bugün de. Büyük ihtimalle yarın da öldürülecekler. Bunları çözmüş ya da aşmış bir feminist mücadele ve feministler dünyası mı var da bu dünyanın kaybedilmesinden korkuluyor? Bütün bu hikayelere bir yenisi daha eklendiğinde “Bir dur Allah’ını seversen zaten ortalık karışık.” tepkisiyle mi karşılayacağız mevzuyu? Yoksa “bizim” ve “onların” hikayeleri hepimizin hikayesi olmayı mı hak etmiyor?
Birçok farklı alanda ve yerde ne kadar özgür bir kadın olduğunu kanıtlaması talep edilen biri olarak, kadınlığının ispatlaması talep edilen bütün diğer kadınlardan özür dilerim. Ve lise biyoloji kitaplarında tanımlanan haliyle biyolojik olarak kadın olan radikal feministlere de şunu sormak isterim: bir oy vermenin bile kadınlara yasak olduğu o dönemlerin Süfrajet’ine, Radyum Kızlarına, 8 Martların hatırasına dair hafızanız ne kadar taze? Ya da belki şöyle sormak gerekir: feminizm kimin ne kadar kadın olduğuna karar verme mercii miydi?
Rumeysa Özüyağlı