Unabomber ve “Ah şu insanlık...”

02.05.2020 - 08:44
Deniz Güngören
Haberi paylaş

Pek çoğunuz rast gelmişsinizdir, şu minvalde bir takım paylaşımlar sıkça yapılıyor: “...bakın çirkin insanlık eve kapanınca doğa nefes almaya başladı”. Basitleştirmekte pek bir sakınca görmüyorum açıkçası, ama benim gördüğüm paylaşımlar gerçekten benim son derece kaba özetimden pek de öteye gitmiyordu.

Üst üste birkaçını gördükten sonra gerçekten kızdım ve birkaç soru sormak istedim. Elbette bunlar retorik sorulardı ve amacım bu görüşün (belki de duygu demek daha doğru) ne kadar kibirli ve çözümsüz olduğunu teşhir etmekti, özetle:

“Kendinizi de yok olup doğaya iyilik yapması gereken çirkin insanlar arasında mı görüyorsunuz; yoksa diğerleri mi zaralı olan?”

İkisi de birbirinden beter ruh halleri şüphesiz.

Ben şahsen yaşamaya devam etmek istiyorum, daha iyi bir dünya güzel olur; ama önceki berbat dünyamızı da seve seve alırım sırf doğaya mahçubiyetimden yok olmak yerine.

Sonuçta birilerini kırmaktan veya dipsiz ve verimsiz bir tartışmaya düşmekten çekindiğim için yazmadım bunu.

Ama “Unabomber” belgeselini izleyince aynı tarz yorumları bir kere daha öfkeyle anımsadım ve şöyle düşündüm: “paylaşımdan da iyisi, yazı yazayım; hem cevap vermesi daha zahmetli”.

“Çevreci” bir katil

Unabomber adıyla anılan Theodore Kaczynski, Amerikalı bir seri katil. Bombalı saldırılar yoluyla cinayet işlediği ve hedeflerini çoğunlukla üniversiteler ve havayolları oluşturduğu için bu ismi almış.

Fakat belirleyici özelliği, cinayet silahından veya yönteminden ziyade, çevre ve insan düşmanı “tekno-endüstriyel” sistemi çökertmenin, cinayetlerinin esas motivasyonu olduğu iddiası. Oldukça programatik bir metinle ifade ettiği bu konudaki fikirlerini, eylemlerine son verme vaadiyle yayınlatmayı bile başarmış.

“İddia” diyorum çünkü, eylemlerinin esas motivasyonunun kişisel olduğunu kendi dahi açıkça söylüyor aslında. Kaçınılmaz bir şekilde her seri katil gibi muazzam kibirli olduğu için, zamanla kendine daha büyük bir amaç icat ettiğini söylemekle kendisine haksızlık edeceğimi düşünmüyorum.

Fakat bunlar 90'larda hızla radikalleşen pek çok çevre aktivistinin kendisinden “biraz aşırıya kaçmış cesur devrimci” çıkarmasına engel olamamış.

Daha fazla detaya girmeyeceğim, bu yazı, bir dizi eleştirisi olma amacını taşımıyor sonuçta. Merak eden belgeseli izleyebilir. Paralelliği nerede gördüğümü ifade etmeye yetecektir sanırım bu kadarı.

Şimdi, şüphesiz bahsettiğim türden paylaşımlar yapanları bir seri katile benzettiğim filan yok. Ama 7 milyar insanın, namevcut olma yoluyla doğayı nasıl rahat bırakacağı sorusu da ağır bir soru elbette. Üstelik seri katil Kaczynski'nin bile, doğaya olduğu kadar insanlara da zarar veren bir sistem tarif ettiğini de ifade etmek lazım. İkiyüzlü olduğunu söylemeye bile gerek yok, ama bir türü değil bir sistemi sakıncalı ilan ediyor yani.

Düşman kim?

İşin, beni, yazı yazacak kadar ilgilendiren kısmı da burası elbette. Benim, karşı komşumun, kampta yaşayan bir sığınmacının ve Katar'daki bir göçmen çocuk işçinin, insan türüne ait olma ortak paydası üzerinden; Exxon Mobile'in, Monsanto'nun yöneticileriyle veya Trump'la, doğanın katli konusunda aynı sorumluluğu paylaştığımız iması yani.

Ve elbette, var olduğumuz sürece pisliğimizle, gürültümüzle, bencilliğimizle, cahilliğimizle doğaya saygısızlık etmeye devam edeceğiz, o yüzden hep beraber yok olmamızdan başka bir çözüm yok. Zaten doğa, salgınla, kasırgayla, selle ve kıtlıkla öcünü alıyor ama bir türlü tükenmiyoruz.

Karikatür gibi gelebilir, ama gerçekten abarttığımı düşünmüyorum. Sınıf körü bir şekilde “İnsanlık” diye devasa monolitik bir tarif yapmak, kaçınılmaz olarak bu tuzağa düşüyor bence. Kimisi bunun çıkmazlarıyla daha zekice ve incelikli bir biçimde dans ediyor olabilir, ama varıp varabileceği yer burası.

Elbette sinirleniyorum, kapitalizmin son derece öngörülebilir bir şekilde ürettiği ve daha önemlisi kapitalizm yüzünden bu denli öldürücü hale gelen bir salgının ortasında, “bakın, sorun bizmişiz” diye baharda yeşillenen manzaralar paylaşıldığını görünce. İstemeyerek de olsa, sağlık hizmetine ulaşamadığı için kurtarılabilecekken hayatını kaybeden insanlara, “doğa verdiğini geri alıyor” demek oluyor çünkü bu kanımca.

Ama esas beni harekete geçiren bu değil. Günün sonunda kapitalizmin yarattığı yıkıma, çirkinliğe, yalnızlığa ve yabancılaşmaya dönük öfkenin bir ifadesi bu. Tamamen yanlış çerçevelenmiş olsa da, olabilecek en büyük alçakgönüllülüğü ve fedakarlığı önerme iddasının arkasına gizlenen müthiş bir kibrin ifadesi olsa da; aynı şeye kızıyor olduğumuzun bilgisi, sessizce sinirlenmemi zorlaştırıyor.

Ve bu insanların hiçbiri gerçekten salgında ölenleri görüp “oh olsun” demiyordur elbette, eminim üzülüyor ve kızıyorlardır.

Doğa Ana'nın sevilmeyen çocukları

Öncelikle şunu açıkça söylemem lazım: doğayı, ancak beni, bizi yaşattığı ölçüde bir fikre tecüme edebiliyorum ben, hafsalam o kadarını alıyor. Öznesi olmayan bir doğayı ancak biyoloji anlayabilir, bizden bağımsız doğanın ne olduğu ise politikaya tahvil edilemez.

Doğayı yıkımdan kurtarmak da, aynı şekilde içinde yaşamaya devam etmek istememden kaynaklanıyor. Soyut bir doğa fikrine bir irade atfederek, onun bizden daha iylerini hakettiğini düşünmemden değil.

Bombacı katili izlerken de, her “endüstriyel sistem” denildiğinde kendi kendime “kapitalizm olmasın” diye düzelttiğimi ve hatta, anlık olarak da olsa, adamın kulübesine bir kopya komünist manifesto bırakmanın sorunu çözeceği gibisinden aptalca düşüncelerle boğuştuğumu itiraf etmeliyim.

Sonuçta teknoloji, sermaye tarafından, sermayenin en verimli şekilde genişlemesini hızlandıracak buluşlar lehine fonlandığı için insanın ve doğanın çıkarlarına ters düşer biçimde gelişiyor, kendi iradesi olduğu ve kontrolden çıktığı için değil. Kârlı olmadığı için tüm fonları kesilen ve yarıda kalan faydalı araştırmaların hikayeleri neredeyse folklorik hale geldiğini söylemek yanlış olmaz.

Veya iklim değişikliği, fosil yakıt endüstrisinin ve ona bağlı onlarca endüstrinin, hem piyasa hacminin hem de bunun bir sonucu olarak politik nüfuzunun muazzam boyutundan kaynaklanıyor. Bu sektörün, varlığından feragat etmesi anlamına gelecek değişiklere direnmesi, bunun için tüm fiziksel ve politik gücünü seferber etmesi de kârlarını ve piyasa hakimiyetini koruma ve arttırma içgüdüsünün yaşam içgüdüsü gibi zorunlu olduğu bir sistemin parçası olmalarının bir sonucu. Bizim işe bisiklet yerine motorlu araçla gitme tembelliğini göstermemizle pek bir alakası yok.

Salgın da, endüstriyel ölçekte tek ürün tarımının ve devasa hayvan fabrikalarının er ya da geç tanımadığımız virüsleri ortaya çıkaracağı ve büyük salgınlara sebep olacağının, gerek bilim dünyası, gerek Hollywood tarafından sittin senedir bilinmesine rağmen; hiçbir önlem alınmadığı ve pazarları korumak için insan hayatını gözden çıkarmayı erdem haline getiren bir sistemin en agresif savunucuları tarafından yönetildiğimiz için bu boyutlara ulaştı; cahil ve sorumsuz insanlar sokağa çıktığı için değil.

Kim, nasıl değiştirsin koca sistemi...

Elbette toplumsal sistemler, adı üzerinde toplumun rızası ve işbirliği ile çalışırlar, mekanik değildirler. Yani, sosyal olmak demek kaçınılmaz olarak belli ölçülerde sistemin çizdiği sınırlar içinde yaşamak demektir. 7 milyar insanın keşiş olması mümkün olmadığına ve bu durum kendiliğinden keşişlik tanımını geçersiz kılacağına göre; insanların büyük çoğunluğu erişebildikleri giysileri giymeye, erişebildikleri yemeği yemeye ve erişebildikleri işlerde çalışmaya devam edecekler. Yani, herkesin işe bisikletle gitmesi, sermayenin önemli bir kısmının zararına olduğu sürece çoğunluk için motorlu taşıtların daha pratik bir seçenek olduğu bir dünyada yaşamaya devam edeceğiz.

Bu ebette değişimin imkansız olduğunu değil, neyin değişmesi gerektiğini gösterme amacını taşıyor. Sorunu büyük harfle “İnsanlar”a yükleyen, Malthus'tan da Malthus'çu bir indirgemecilik ise bana, “mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim” sözünü hatırlatıyor biraz.

Elbette insanlığı bir bütün olarak tarif etmek istemekte hiçbir kötülük yok. Tam aksine, bugün yaşadığımız kriz, insan yaşamını herşeyin önüne koyan bir politik uzlaşının ne kadar elzem oduğunu açıklıkla gösteriyor. Ancak gösterdiği bir diğer şey de bu sistemin böyle bir uzlaşı kabiliyetinin olmadığı. Tüm yöneticiler, bizden, kendimizin ve yakınlarımızın sağlığını düşünmek yerine, geri çekilip büyük resme odaklanarak semayenin sağlığını düşünmemizi istiyor. Çünkü zaten hali hazırda korumaya çabaladıkları şey de bu; bunu hepimizin iyiliği için yaptıklarına inanmazsak işleri çok zor.

Şu anda kapitalizmi ayakta tutabilmek için görülmedik çapta bir borç birikiyor ve bunun er ya da geç ödenmesi gerekecek. Eğer bu krizi yaratan ve büyütenlerle kendimiz arasında bir ayrım yapamazsak bu borç herkesin borcuymuş gibi gösterilerek emekçilere ödetilecek. Ve yalnızca mali olarak değil, salgın konusunda da haddinden erken normalleşmeye giderek sıhhi sonuçlarını da bize yıkmaya devam edecekler.

Markete, bakkala giden veya parkta gezen insanlara parmak sallamak ise bunun tam tersini yapmak demek. Yıkımı, pisliği, çirkinliği, bir tür olarak insan varlığının doğal sonucu olarak görmek ise bunun bile beş adım gerisinde.

Ama ben yine de esas sorunun kibirden değil güçsüzlüğün getirdiği çözümsüzlük ve çaresizlik hissinden kaynaklandığını düşünmeye devam edeceğim. Çünkü en azından, mesele bu olduğunda bende işe yarayan bir söz biliyorum:

Zor zamanlarda umutlu olmak her zaman aptalca bir romantizme işaret etmez. bunun sebebi, insanlık tarihinin sadece zalimliğin değil, ama aynı zamanda şefkâtin, fedakârlığın, cesaretin ve güzelliğin tarihi olmasıdır. bu karmaşık tarih içinde neye vurgu yaptığımız hayatımızın gidişatını belirler.” Howard Zinn

Deniz Güngören

[email protected] 

Bültene kayıt ol