ABD’de Trump, Brezilya’da Bolsonaro, Macaristan’da Orban veya Türkiye’de Erdoğan gibi liderler, içeriği farklı tonlarda da olsa sık sık kadınlara dair cinsiyetçi açıklamalarıyla gündeme geliyor. Söz konusu liderlerin cinsiyetçi söylemlerinin hedefinde bazen doğrudan gazeteciler veya rakip siyasetçiler olabildiği gibi genel olarak tüm kadınlar yer alıyor. Bir kadın muhabire “sen tecavüz etmeye bile değmezsin” diyen Bolsonaro veya “güzel kadınlar oldukça tecavüz de olur” diyen Filipinler lideri Duterte gibi tecavüzü meşrulaştıran da var, “kocasını tatmin edemeyen ülkesini nasıl tatmin edecek” diyen Trump gibi siyasi rakibini güya aşağılamaya çalışan da. Ancak bu liderlerin hepsi ve daha fazlası, kadınların kendi bedenlerine dair kendi kararlarını vermesine ve sistemin dayattığı geleneksel rolleri reddetmesine karşı. Hepsi kürtaj hakkına karşı ve kadınların doğal rolünün annelik olduğunu düşünüyor. Ancak kadınların kazanılmış hakları söz konusu olduğunda günümüzde karşı karşıya kaldığımız tehlike sadece sağ muhafazakâr liderlerin cinsiyetçi açıklamalarından ibaret değil.
Ekonomik, ekolojik, siyasi krizlerin bir sonucu olarak dünyanın birçok ülkesinde aşırı sağ ve faşist hareketlerin yükselişe geçtiği günümüzde yine aile, doğurganlık, annelik vurguları siyasetin merkezinde yer alıyor. Kadınların toplum içerisindeki rolleri sadece geleneksel aile yapısıyla tanımlanıyor. Devletler tarafından evliliğin teşvik edilmesi ve nüfus kontrolü için kadınların bedenlerinin denetlenmesi için yasaların düzenlenmesi konusunda yüzyıllar önceki pratiklerin çok da uzağında değiliz. Sağ otoriter siyasetler tarafından siyasi söylem olarak üretilen devletin, milletin tehlike içerisinde olduğu iddiası aile kurumunun tehlikede olduğu propagandasıyla birlikte ortaya atılıyor. Dolayısıyla devletin/milletin bekasıyla ailenin bekasının ortak olduğuna dair söylemin yarattığı korku iklimi aşırı sağ fikirlerin daha geniş kitleler nezdinde meşruiyet kazanmasına neden oluyor. Aynı zamanda sermayeye, içinde bulunduğumuz küresel kriz koşullarından yükü kadınların ve tüm emekçilerin omuzlarına atarak çıkmanın güvencesini vermeye çalışıyorlar.
Aile ve doğurganlık siyasetinin “yeniden doğuşu” ülkelere göre farklı şekilde gerçekleşiyor. Türkiye, İtalya, Brezilya gibi ülkelerde, önceki yılların kadınlar lehine kazanımlarının ulusu ve aileyi tehlikeye attığı daha doğrudan ifade ediliyor. Kadınların haklarını gasp eden yasalar birer beka meselesi olarak ele alınıyor. Türkiye’de AKP’nin siyasi ajandasında aile kurumu her zaman önemli bir role sahip oldu. Kadın Bakanlığı’nın adının Aile ve Sosyal Politikalar olarak değiştirilmesi, yeni evli çiftlere devlet kredisi verilmesi, “en az 3 çocuk” sloganı, kürtajın yasaklanmaya çalışılması ve pratikte devlet hastanelerinin kürtaj yapmayı reddediyor olması, doğum kontrol yöntemlerine erişimin zorlaştırılması, son dönemde nafaka hakkı, 6284 sayılı yasa ve İstanbul Sözleşmesi’nin hedef alınması yıllar içerisinde AKP iktidarıyla yaşanılan dönüşümlerin sadece bir kısmı. Tüm bu hamlelerin temel noktası “ailenin korunması” önceliği. AKP’nin seçim beyannamelerinden hükümet programlarına ve bakanlığın raporlarına kadar üretilen hiçbir metinde “kadın” kelimesinin geçmiyor olması bile, siyasi önceliğin kadınlar değil aile kurumunun devletin, sermayenin, milletin, muhafazakarlığın bekası için korunması olduğunu gösteriyor. Parti programındaki “sadece toplumumuzun yarısını oluşturdukları için değil, her şeyden önce birey ve sağlıklı nesillerin yetiştirilmesinde birinci derecede etkin oldukları için” ifadesi kadınların öncelikle doğurganlıklarıyla tanımlandıklarını ve siyasi olarak salt bu nedenle önemsendiklerini açıklamaktadır.
Son dönemde yerli-milli ittifakın ırkçı ve milliyetçi söylemini yoğunlaştırmasının sonucu olarak göçmenlerin hedef haline gelmesinde de yine kadınlar üzerinden bir propaganda görmek mümkün. Suriyeli göçmenlere yönelik ırkçı linç ve pogromlarda çoğu zaman “analarımıza, bacılarımıza” diye başlayan ve genellikle asparagas olduğu kanıtlanan provokasyonlar başlangıç oluyor. Dost mu düşman mı olduğuna karar verilemeyen yabancı bir milletin erkeklerine karşı ulusun ve milletin kadınlarının namus bekçiliği yapılıyor tabiri caizse. Kısa süre önce Adana’da bir çocuğa cinsel istismar haberiyle başlayan provokasyon, sokaklara ellerinde kürekler ve baltalarla “Suriyeli” avına çıkanların saldırılarıyla devam etti. En sonunda istismarın failinin 15 yaşında bir Türkiyeli olduğu ortaya çıktı.
Aşırı sağcılar ve faşistler tarafından kadın meselesinin göçmen düşmanlığına bahane olarak kullanılması, farklı bir bağlamda Avrupa’da da gerçekleşiyor. Bazı Avrupa ülkelerinde Müslüman göçmenlerin kadınların özgürlüğünü garanti altına alan “Batı değerlerini” tehdit ettiği propagandası yapılıyor. Fransa’da Le Pen göçmen erkeklerin, ülkesinin kadın özgürlüğü konusundaki değerlerine ve bizzat kadınlara tehdit oluşturduğunu söylüyor. Le Pen’in “ilericilik” konusunda övündüğü Fransa, en çok kadın cinayetinin yaşandığı Avrupa ülkelerinden birisi. Macaristan’ın liderlik ettiği başka bir görüş ise, eğer kadınlar daha çok doğurursa Avrupa’nın göçmene ihtiyacı kalmayacağı şeklinde. Macaristan Başbakanı Victor Orban’a göre Avrupa ülkeleri nüfusun yaşlı olması gibi nedenlerden dolayı ekonomik olarak göçmen emeğine ihtiyaç duyuyor, bu yüzden kapılarını göçmenlere açarak Müslümanların gelmesine ve Hıristiyan nüfusun azalmasına neden oluyor. Bu görüşe göre göçmen sorununun çözümü, kapıları kapamak ve kadınların daha fazla doğurmasını sağlamak. Orban yakın zamanda “bize daha fazla Macar çocuk lazım” diyerek dörtten fazla çocuğu olan kadınların gelir vergisinden muaf tutulacağını ve genç çiftlere 3 çocukları olduğunda kesilmek üzere faizsiz kredi verileceğini açıkladı.
Son yıllarda sağ politikaların kadınlara saldırılarına dünyanın birçok ülkesinde güçlü yanıtlar veriliyor. Ancak yükselen sağ kadın, LGBTİ+, göçmen, gezegen kısaca yaşadığımız sistemde ezilen pozisyonda olan her şeyin düşmanı. Macaristan örneğinde olduğu gibi, birçok ülkede ırkçı ve cinsiyetçi politikalar iç içe geçmiş vaziyette. Dolayısıyla bu sağ saldırıyı küresel çapta püskürtmenin yolu bütünlüklü bir mücadeleden geçiyor.
Meltem Oral
(Sosyalist İşçi)