Emine Bulut’un katledilmesinin ardından, kadın cinayetlerine karşı biriken toplumsal öfke bir kez daha açığa çıktı. Kadınlar sokağa çıkarak veya sosyal medya aracılığıyla “ölmek istemiyoruz” diyerek kadın cinayetlerinin önlenmesi için taleplerini dillendirdi. Emine Bulut ne yazık ki son olmadı, her güne yeni bir cinayet haberiyle uyanıyoruz. Birkaç gün önce Mersin’de “eşim beni öldürmeye geliyor” ihbarıyla yakalanan adamın üzerinden, tabanca, bıçak, ip, plastik kelepçe ve bant çıktı. Sistematik şiddetten kurtulup, boşanan, kendisine yeni bir hayat kuran kadınlar nefes alabildikleri için kendisini şanslı hisseder vaziyette.
Toplumun farklı kesimlerinden kadın cinayetlerine “lanetler” okunurken, bu konuda sorumluluk alması gereken siyasi iktidar ise son yılların en tuhaf kara propagandasına yol vermiş durumda. Emine Bulut’un ardından oluşan öfke manipüle edilerek, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı kampanyaya çevrilmeye çalışılıyor.
Kadınları görece koruyan mevcut yasaların ve hakların aile kurumunu tehlikeye soktuğu iddiası bir süredir iktidar ve çevresinde dillendiriliyor. Nafaka hakkı üzerinden yapılan tartışmalar da bu iddianın bir sonucu. Kadınların nafaka hakkının kesilmesini isteyen Yeni Akit gibi çevreler 6284 sayılı yasanın ve İstanbul Sözleşmesi’nin de iptalini istiyor. Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) gibi Türkiye’nin kadın hakları meselesinde imzacı olduğu uluslararası sözleşmelerden çekilmesini talep ediyorlar. Haziran ayında Milli İrade Platformu’nun iftarında iktidara yakın kadın örgütü KADEM’in temsilcisi bile yuhalanmıştı. Aynı etkinlikte Erdoğan “İstanbul Sözleşmesi nas değil, feshedilebilir” demişti. Aylardır yoğunlaşan fısıltılar şimdi ayan beyan kampanyaya dönüştü. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasanın iptalini talep edenlerin ne yazık ki bir grup meczuptan ibaret olmadığını da bu süreçte görüyoruz.
Gerçeği eğip bükerek, kadın cinayetlerinin sorumlusunun İstanbul Sözleşmesi olduğu iddiasını sloganlaştırarak sanki bir toplumsal talep varmış gibi bir hava yaratmaya çalışıyorlar. Anlattıkları şey şu: Avrupa’nın oyunu İstanbul Sözleşmesiyle kadınların en küçük şikayetiyle erkekler evden uzaklaştırılıyor, sıcak yuva bozuluyor, evden uzaklaştırılan erkek cinnete sürükleniyor. Yani aslında talepleri kısaca; kol kırılsın yen içinde kalsın. İstanbul Sözleşmesi’nin iptalini talep edenler kadın cinayetlerinin önlenmesini de şiddetin bitmesini de istemiyor. Şiddet aile içinde kalsın diyorlar. Şiddete rağmen aile devam etsin istiyorlar. Üzerinde silah, bıçak, kelepçelerle yakalanan adamın bir anlık cinnet geçiren, İstanbul Sözleşmesi mağduru olduğuna inanmamızı bekliyorlar. Bu argümanlar belli çevrelerden geliştiriliyor ve İstanbul Sözleşmesi’nin gerektiği gibi uygulanmasından sorumlu olan hükümet bu çevrelere boncuk dağıtıyor. İşin ilginç yanı sağ muhafazakarların İstanbul Sözleşmesi’ne karşıtlığı sadece Türkiye’ye özgü değil. Agos gazetesinden Alin Ozinian’ın aktardığına göre, bu sıralar Ermenistan’da da “ailesiz toplum hazırladığı” iddiasıyla sözleşmeye karşı girişimler var.
Devlet işini yapmayı reddediyor
Siyasi iktidar ve devlet bu konuda kendi sorumluluğundan kaçmaya çalışıyor. İstanbul Sözleşmesi’ne göre şiddetin önlenmesinde öncelikli yükümlülük devlette. Sözleşmenin gereklerinin yerine getirilmesi ve denetlenmesinin yanı sıra şiddetin faillerinin bulunması, cezalandırılması ve oluşan zararın tazmin edilmesi de devletin sorumluluğunda. Sözleşmenin gereklerini tam olarak yerine getirmeyip, üstüne iptalini tartıştırmak “devlet kadın cinayetlerini ve şiddeti önlemekle ilgilenmiyor” demektir hatta şiddeti teşvik etmektir.
Emine Bulut cinayetinin ardından idam tartışmasının gündeme gelmesi de aslında Türkiye için yeni bir durum değil. Daha evvel Özgecan Aslan cinayetinde olduğu gibi, kamuoyunda geniş tepki uyandıran her kadın cinayetinin ardından idam veya hadım cezası topluma tartıştırılıyor. Kadınlar sanki erkekler öldürdüğü için değil, idam cezası yok diye ölüyormuş gibi televizyonlarda, sosyal medyada günlerce idam konuşuluyor ve bir sonraki cinayete kadar konunun üzeri kapatılıyor. Kısaca bu tartışmalar devletin hedef şaşırtmasına, kadına şiddeti ve cinayetleri önlemek için hiçbir şey yapmasına gerek yokmuş gibi davranabilmesine vesile oluyor. Mevcut yasalar devlet tarafından doğru düzgün uygulanmadığı için, mahkemeler “kravat indirimi” verdiği için, devletin önceliği kadınları korumak olmadığı için erkekler rahatça cinayet işleyebiliyor. Öncelikli olarak tartışılması gereken şiddetin, tacizin, tecavüzün, cinayetlerin nasıl cezalandırılacağı değil nasıl önleneceğidir.
Erdoğan kadın cinayetlerini bahane edip, idam cezasını parlamentoya getirme peşinde. Dünyanın değişik ülkelerinde idam cezasının uygulandığını söylüyor, doğrudur. Bazı ülkelerde idam cezasının uygulanıyor olması o ülkelerde kadına şiddetin sona erdiği anlamına gelmiyor. Aksine şiddetin en çok yaşandığı ülkeler onlar.
İktidar kadınlara saldırmakta ısrarcı
İktidarın uzun yıllardır bu meseleye dair yaklaşımında bütünlüklü olan tek bir şey var, o da kadınları yok saymak. Bu günlerin geleceği 2016’da TBMM Boşanma Komisyonu Raporu’nun yayınlanmasıyla birlikte en net şekliyle belli olmuştu.Nafaka hakkının sınırlandırılması, istismarcıların serbest bırakılması, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanunun getirdiği hakların törpülenmesi raporda okuduğumuz üzere komisyonun hedefleri arasında yer alıyordu. Raporda İstanbul Sözleşmesi’nin kapsamında olan koruyucu ve önleyici tedbir kararlarının, kadınların kötüye kullandığı ve erkekleri mağdur ettiği gerekçesiyle sınırlandırılması gerektiği ifade ediliyordu. Üstelik tedbir kararı almak için kadınlara belge ve delil sunma koşulunun getirilmesi savunuluyordu. Bugün medyada sözleşmeye karşı kara propaganda yapanların iddialarıyla çok benzer değil mi?
Bu konu bir takım ne idüğü belirsiz muhafazakâr erkeğin hükümete dayattığı, gelip geçici bir tartışmadan ibaret değil. Yıllardır iktidar tarafından kararlı bir şekilde hazırlık yapılan, adım adım uygulanan bir politikadır. İdam veya hadım tartışmalarıyla basında fırtına kopartılırken kadınların kazanılmış haklarına karşı kapsamlı bir girişim söz konusu. Bu girişime karşı en geniş mücadele zemininde kadınları bir araya getirecek çabalar çok önemli. Bu kapsamlı saldırılara ancak birleşik bir mücadeleyle yanıt verilebileceğini hiç unutmamalıyız.
Meltem Oral
(Sosyalist İşçi)