Son haftalarda devletin hemen her kademeden temsilcilerinin "Türk ailesi"nin tehdit altında bulunduğuna, ailenin toplumun temeli olmasından ötürü, bu tehdidin aslında topluma yönelik olduğuna ve tehdidin kadın hakları savunucuları ile özellikle de LGBTİ+'lerden kaynaklandığına dair görüş bildirdiğini, daha doğrusu, görüş bildirmek adı altında kin ve nefret kusarak, söz konusu grupları hedef gösterdiğini dehşetle izliyoruz.
Türkiye İstatistik Kurumu'nun 2018 yılına ilişkin olarak yayınladığı evlenme ve boşanma istatistiklerine baktığımız zaman, gerçekten de toplumun temelini oluşturduğu iddia edilen aile kurumunu sürdürmeye olan ilginin giderek azaldığını görüyoruz. TÜİK verilerine göre, geçen yıl evlenen çiftlerin sayısı 2017 yılına göre yüzde 2,9 azalarak 553 bin 202’ye gerilemiş. Kaba evlenme hızı binde 6,8 olarak gerçekleşmiş. 2018’de boşanma sayısı bir önceki yıla göre yüzde 10,9 artarak 142 bin 448’e yükselmiş. Kaba boşanma hızı binde 1,75 olmuş.
Buradan anlaşıldığına göre, insanlar artık aile kurumuna daha az rağbet ediyor. Rağbet etmek bir yana dursun, fırsat ve imkân bulan boşanmak suretiyle kendisini kurtarmaya çalışıyor. Anayasasında ailenin toplumun temeli olduğu belirtilen bir devlet için, bunun kabul edilmesi zor bir durum olduğu çok açık. Anayasanın 41. Maddesi'nde "Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır. Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanması için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar" deniyor.
Ama gerçekte bunun böyle olmadığını, baba, anne ve çocuk(lar)dan oluştuğu öngörülen ailenin alabildiğine antidemokratik ve baskıcı bir yapıya sahip olduğunu, babanın mutlak otoritesi altında kadın ve çocukların ezildiğini, üstelik bu otoritenin sağlanmasında "aile içi şiddet" adı altında her türlü zulmün uygulanmakta olduğunu biliyoruz.
Konuyla ilgili 2018 yılı istatistiklerine baktığımızda, geçen yıl en az 440 kadının erkekler tarafından öldürüldüğünü, 317 kadının cinsel şiddete maruz kaldığını görüyoruz. Ülkedeki kadınların en az üçte biri fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz kaldığı gibi, kadınların sadece yüzde 11'i bunu resmi kurumlara bildiriyor. Üstelik bu sayılar sadece evli kadınlar için geçerli. Dolayısıyla, şiddete maruz kalan kadınların resmi sayılardan çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor.
Adalet Bakanlığı verilerine göre, kolluk kuvvetlerinin aldığı, mahkemeler tarafından onaylanan koruma kararı sayısı 2013’te 60 bin civarındayken 2017’de 100 bine yaklaşmış bulunuyor Bu durumda son 5 yılda kolluk kuvvetlerinin acil durum kapsamında verdiği koruma kararı sayısında yüzde 70’e yakın bir artış söz konusu.
Yine 2018 yılında medyada 1.217 çocuk istismarı haberi yayınlandı. Gerçek rakam elbette ki bunun çok üstünde. Çocuklar bulundukları her alanda, kaldıkları yurtlarda, okullarda, çocuk cezaevlerinde, özellikle de evlerinde, en yakınları tarafından istismar edildiler. Cinsel istismara uğradıkları babalarının cezaevinden çıkması ihtimalini öğrenen iki kız kardeş, intihar girişiminde bulundu. İki kız kardeş, devletin kendilerine sahip çıkmadığını belirtti ve savcılıktaki ifadeleri ile hastane raporlarının değiştirildiğini söylediler.
2018 yılında öldürülen 26 çocuğun 11'i babaları tarafından öldürüldü. Erkekler, 6 çocuğu annesi ile birlikte öldürdü, 5 çocuk baba şiddetine maruz kalarak öldürüldü. Üç çocuğun da istismar edildikten sonra öldürüldüğü açığa çıktı.
Devlet kurumlarının bu dehşet verici tablo karşısında neredeyse hiçbir şey yapmadığını biliyoruz. Güya toplumun temelini oluşturan ailenin, antidemokratik bir şiddet odağı olarak varlığını sürdürmesinin önünün açıldığı, istatistikler tarafından ortaya konuluyor. Kadın hakları savunucularının büyük gayretleri sonucunda imzalanan, kadına yönelik şiddetin engellenmesine dair iç hukuk haline gelen İstanbul Sözleşmesi'nin dahi devlet temsilcileri tarafından hedef gösterilmesi, yine bu durumun çok açık bir göstergesi.
Peki, aile kurumunun mevcut şekliyle varlığını sürdürmesi, devlet için neden bu kadar önemli? Bunun en öncelikli nedeni, devletin yurttaşlarla olan ilişkisinin, aile içinde her gün ve her gün yeniden üretiliyor olması. Devletin her alanda giderek otoriterleştiği, her türlü demokratik talebin, hak arama mücadelesinin "vatana ihanet" başlığı altında şiddet kullanılarak bastırıldığı, üstelik bu şiddetin "devlet baba" figürüyle meşrulaştırıldığı - babanın şiddet kullanmaya hakkı vardır; baba hem sever, hem döver! - bir ortamda, bu muameleye maruz kalan yurttaşların, bunu "doğal" kabul edecekleri ve ses çıkarmayacakları bir "terbiyeye" tabi tutulması gerekir.
Bu "terbiye" hayatın her alanında, televizyon, okul, askerlik, işyeri ve benzeri her ortam ve yöntemle gerçekleştirilir, ancak en birincil öneme sahip kurumu şüphesiz ki mevcut haliyle varlığını sürdürmesi istenen antidemokratik ve baskıcı aile ortamıdır.
Meselenin özü, her aileden küçük bir devlet olmasının beklenmesidir.
İstisnalar dışında, her aile küçük bir devlettir de!
Bu küçük devlette "terbiye" edilen bireyler, büyük devlet içinde üstlenecekleri rolleri ses çıkarmadan kabul edecektir.
Bu konsepti bozan kadın hakları savunucuları ile toplumun varlığını sürdürebilmesi için olmaz olmaz koşulu olarak görülen çocuk yapma yeteneğinden mahrum oldukları kabul edilen LGBTİ+'ler, kaçınılmaz olarak devlet temsilcilerinin nefretinin odağına yerleşmekte ve hedefleri haline gelmektedir. Diyanet İşleri Başkanı'nın Onur Yürüyüşü'nü eleştirirken sarf ettiği "Anne olmayı devreden çıkaran bir kadın ve baba olmayı devreden çıkaran bir erkek tasavvuru, fıtrata, yaratılışa aykırı bir sapkınlıktır" sözleri, çocuk yapmayı düşünmeyen kadın ve erkekleri de kapsayacak şekliyle genişletilmiş haliyle, bu arka plana dayanmaktadır.
Hangi cinsel kimlikten ve yönelimden olursa olsun, bireylerin aralarında kuracakları eşit, özgür ve demokratik birliktelikler, ailenin devlet otoritesini yeniden üretme görevini sekteye uğratacak, dolayısıyla, devletin de daha demokratik bir yapıya kavuşmasının zeminini hazırlayacaktır. Kadına ve çocuğa yönelik şiddet ve istismara, LGBTİ+'lere yönelik ayrımcılığa, ötekileştirmeye ve nefrete karşı koymak, daha güzel bir dünya isteyen herkes için örgütlü bir mücadele alanı olmak zorundadır.
Atilla Dirim