Olağanüstü Hal ilanından sonra Ankara Valiliği, her türlü LGBTİ+ etkinliğini ‘genel sağlığın, genel ahlakın ve başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması’ iddiasıyla yasaklamıştı. OHAL’in kaldırılmasından sonra da yasaklar devam etti; ODTÜ’de yapılması planlanan Onur Yürüyüşü polis tarafından şiddet kullanılarak dağıtıldı, önce İzmir’de, ardından da Antalya’da düzenlenmesi planlanan Onur Yürüyüşleri yasaklandı. Devletin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 23 Mayıs seçimiyle ilgili olarak yaptığı bir konuşmada “Ekrem İmamoğlu 5 yıl Beylikdüzü'nde belediye başkanlığı yaptı mı? Kulağınıza en ufak bir şey geldi mi? Ne yaptı? Yapmış işte LGBT'nin logosunu yapmış. Makarios'un heykelini yapmış. Yaptıkları bu. Bursa'nın Nilüfer Belediyesi’ne gitmiş, orada LGBT'cilerle nasıl daha iyi ilişki kurulur onu araştırmaya çalışmış. İstanbul'un başına bir oyun, bir tezgah kuruluyor“ sözleriyle LGBTİ+’leri topluma zararlı bir odak olarak hedef gösterdi. Sadece o da değil elbette. Başta Yeni Akit olmak üzere, hükümet yanlısı ne kadar yayın organı varsa, LGBTİ+’lere yönelik nefret dalgasını kabartmak için ellerinden geleni yaptı, yapmaya da devam ediyor.
Yayılan bu nefret sonucunda, LGBTİ+’lere yönelik şiddet dalgası tırmanmaya başladı. Sadece son bir yıl içinde en az dört trans kadın cinayeti işlendi. İzmir’de Hande Şeker’den sonra, son olarak Afyon’da trans kadın Defne Korkmaz defalarca bıçaklanarak katledildi. Trans cinayetleri listesinde, Türkiye’nin Avrupa'da birinci ve dünyada dokuzuncu sırada yer alması, durumun vahametini net bir şekilde ortaya koyuyor.
Dün İstanbul’da işlenen bir başka nefret cinayeti, İstanbul Havalimanı’nda bir Kürt gencinin maruz kaldığı ayrımcılığa daha fazla dayanamayarak canına kıyması şeklinde gerçekleşti. İGA güvenlik personeli olarak çalışan Kürt genci, Instagram sayfasından "Kürt olduğumuzdan dolayı hep dışlandık belki bu yaptığım şeyle değişir ne mutlu Kürt ve Türküm diyebilene... Hakkınızı helal edin" notunu ağlayan bir fotoğrafı ile birlikte paylaştıktan sonra kendisini boşluğa bıraktı.
Kürt olmanın “vatan, millet ve devlet düşmanı” olmakla bir tutulduğu, “Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti aşığı” sözleriyle kendisini inkâr etmeyen Kürtlere gözdağı verildigi, HDP seçim bürolarının gözü dönmüs faşist güruhlarca defalarca ateşe verildiği ve her Kürtten kendisini ispat etmesinin beklendiği bir ortamda, bir Kürt gencinin ayrımcılığa dayanamayarak canına kıyması şaşırtıcı bir durum değil.
Suriyelilere yönelik nefret dalgası ise siyasi görüşten bağımsız olarak kabartılmaya devam ediliyor. Suriyelilerin plajlara girmesinin yasaklanması, “yan gelip yatarak” Türk vatandaşlarından daha iyi koşullarda yaşadıkları, sosyal hayata zarar verdikleri, “Türk kızlarına baktıkları”, onlar burada keyif çatarken Türk askerinin Suriye’de onlar için can verdigi ve benzeri sayısız yalanla, icinde bulunduğumuz ve her geçen gün derinleşen kapitalizmin krizinin faturası göçmenlere yıkılmaya çalışılıyor.
Nefret dalgasından diğer azınlıklar, Ermeniler, Rumlar, Pontuslular, Lazlar da nasibini aliyor. 31 Mayıs’ta Samatya’da bir Ermeni ailenin evine gelen maskeli iki kişi, Arpine T.'yi bıçakla yaraladı. Maskeli şahıslar kaçarken "Bu başlangıç" diye bağırdı. Gökçeada’da 86 yaşındaki Zafir Pinari isimli Rum, elleri ayakları bağlı şekilde ölü bulundu. İmamoğlu’nun memleketi üzerinden Pontuslulara nefret kusuldu, Binali Yıldırım’ın bir konuşmasında sarf ettiği Lazistan ifadesini eleştiren Devlet Bahçeli, “Türkiye’de Kürdistan ve Lazistan yoktur. Bundan sonra da olamayacaktır. Olması yönünde heveslenenler varsa karşılarında daima Milliyetçi-Ülkücü Hareketi bulacaklardır” tehdidini savurdu.
Bütün bu nefretin ve nefret suçlarının ortak özelliği, birbirini besliyor olmaları. Trans cinayetlerine sessiz kalındığında, intihar eden Kürt genç görmezden gelindiğinde, Suriyelilere nefret korosu höykürmeye başladığında kulaklar tıkandığında, sıra Pontos, Kürdistan ve Lazistan üzerinden yerli ve milli çerçeve dışında kalan herkese gelecektir. Hani o meşhur hikaye vardır ya: “Sessiz kaldım, kaldım, sıra bana geldiğinde ses çıkaracak kimse kalmamıştı...”
İşte tam bu günlerdeyiz. Gün, sessiz kalmama günüdür. LBGTİ+’lerle, Suriyelilerle, toplumun ayrımcılığa ve ötekileştirmeye maruz kalan bütün kesimleriyle dayanışmak, bu amaçla verilecek mücadeleleri bir çatı altında toplamak, günün en önemli görevi olarak karşımızda durmaktadır.
Atilla Dirim