“Amaç, ona varmak için yürüdüğün yoldadır.
Bugün attığın her adım, senin yarınki yaşamındır.”
Wilhelm Reich
“10 yıl Challenge” malum, bu ara sosyal medyanın gündeminde. Herkes sosyal medyada on yıl önceki durumunu, fotoğrafını, zamana karşı direncini veya yenilgisini anlatmaya çalışıyor. Evet, on yılda birçok şey değişti, yüzlerimiz eskidi, sosyal çevremiz değişti, yaşama karşı bakış açımız farklılaştı... Bireysel açıdan bu örnekleri çoğaltabiliriz. Ancak, bu değişimler hep bireysellikte kaldı; toplumsal olarak yeni ve birarada yaşamın kapılarını aralamak için beklenilen değişim düzeyine ulaşılamadı.
On yıl önce üniversite 2. sınıftaydım, çocukların zihinlerine “nefreti, ırkçılığı ve bilimsel olmayan tarih anlayışını yerleştirmek” için yetiştiriliyorduk. Radikal gazetesinde 30 Eylül 2009 tarihli bir haber yayınlanmıştı. Bu haber bir kamuoyu araştırmasının sonuçlarını aktarıyordu. Türkiye’de yaşayan farklı kimliklerden oluşan toplumsal gruplara karşı çoğunluğun tavrını ortaya koymuştu. Haber, “Farklılıklar zenginliğimiz değil korkumuz olmuş” başlıklıydı ve içeriği şöyleydi:
“Kamuoyunun farklı kimliklere ve özelde de Yahudiliğe bakış açısını değerlendirmek için yapılan araştırma Türkiye’de farklı olana hoşgörüsüzlüğü gözler önüne serdi. Araştırma Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu Demokrasi ve İnsan Hakları için Avrupa Aracı programı tarafından desteklenen ve Beyoğlu Musevi Hahamhane Vakfı tarafından gerçekleştirilen Türk Yahudi Toplumu ve Yahudi Kültürü’nü tanıtma projesi kapsamında gerçekleştirildi. Frekans araştırma şirketi tarafından 18 Mayıs-18 Haziran arasında Türkiye genelinde 1108 kişi ile yapılan anketin sonuçlarına göre yüzde 57’si ateistlerle, yüzde 42 Yahudilerle, yüzde 35’i Hıristiyanlarla komşu olmak istemiyor. Rum, Ermeni ve Yahudilerin Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı olmadıkları düşünülüyor...”
Anket birçok soru soruyordu; bu sorulara verilen her bir cevap ise içimizdeki ötekiye karşı duyulan nefreti dışa vuruyordu. Katılımcıların çoğu ‘öteki’ler hakkında bilgi sahibi değildi, çoğunun ‘öteki’ bir tanıdığı yoktu. ‘Öteki’ olarak gördüğü insan ile hiçbir şey paylaşmamıştı, ama ondan nefret ediyordu. Onunla aynı okula gitmek istemiyor, onun komşusu olmak istemiyor, öteki’nin devlet kurumlarında memur olarak çalışmasını istemiyordu. On yıl önce bana da bu sorular sorulsaydı maalesef çoğunluk gibi cevaplar verirdim, çünkü eğitim sistemin yarattığı tekçi, ırkçı, nefret söylemiyle yüklü bireylerdik.
Benim için geçen bu on yıl fikir sancılarıyla, düşüncemdeki kalıp yargıları kırmaya çalışmakla geçti.
Ancak geçen on yıl boyunca bu konuda toplumsal olarak ne değişti?
Maalesef bu nefret konusunda hiçbir şey değişmedi. Aksine, nefret düzeyine yenilerini de eklendi. Hristiyanlar, Yahudiler, ateistler, Kürtler, Aleviler, Romanlar, LGBT bireyler gibi toplumda ‘öteki’ olarak görülen grupların yanına Suriyeliler de eklendi. Suriyelinin sokakta gülmesi, her insan gibi eğlenmesi, güzel bir kıyafete sahip olması, üniversiteye gitmesi, doktora muayene olması insanların gözünde nefrete dönüşebiliyor. Hâlâ bu ülkede yaşayan herkesi Türk ve Müslüman sanıyoruz, hâlâ kadın ve erkek olmak üzere temel iki cinsiyet olduğuna, farklı yönelimlerin birer “hastalık” olduğuna inanıyoruz, hâlâ komşumuzun Türk-Müslüman, mümkünse de Sünni mezhebinden olmasını istiyoruz. Toplumda tüm ötekileştirilenlerle, bırakın aynı apartmanı paylaşmayı, aynı mahalleyi bile paylaşmak istemiyoruz. Kadın düşmanlığı, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, farklı cinsel kimliklere karşı duyulan nefret, güç denemesi olarak hayvanları kullanma, onlara şiddet uygulama, komplo teorileri, savaşı ve ölümü kutsama, her bireyin birbirine benzemesini isteme, otoriteye ve güce tapma gibi belirtileri olan hastalık hâlâ bu topraklarda geziniyor. Hastalığın adı ‘ırkçılık ve nefret’tir.
Şu an maalesef ırkçılık ve nefreti çok ağır şartlarda deneyimliyoruz. Ancak bu tablo bizi umutsuzluğa, yılgınlığa sürüklememeli. Yeni bir dünya istiyorsak, başka bir yaşam mümkün diyorsak, şu an toplumdaki tüm öteki’lerle ırkçılara ve faşistlere karşı bir arada, omuz omuza, dayanışma içinde olmalıyız. Çünkü onlarca yıl geçse de faşizmin en büyük korkusu asla değişmeyecektir. Faşizm sesten korkar, ışıktan korkar; örgütlü, birlikte mücadele azmi içerisine girmiş olan halk kitlelerinden korkar.
Şafak Ayhan