Filtresiz zamanlar

15.12.2018 - 07:52
Ferhat Kentel
Haberi paylaş

Her türlü zalimliğin, ahlâksızlığın, yalanın, sahtekârlığın, düşmanlığın, kibrin, acının, zayıflığın, kardeşliğin, iyiliğin, dayanışmanın, tevazunun velhasıl her türlü insanlık ve duygu halinin filtresiz ve en şeffaf şekilde sere serpe önümüze serildiği zamanların içinden geçiyoruz.

Kötülük ve iyilik, saldırganlık ve sevgi her zaman iç içedir; aynı insan bünyesinde kolaylıkla bulursunuz. Bizim eski Yeşilçam filmlerinde bunun hep tersi olurdu. Kötüler çok kötü, iyiler çok iyi olurdu. Bazı yeni TV dizilerinde de buna benzer saf kötülüğü ve saf iyiliği görmek mümkün oluyor. Bazı yönetmenler, yüzlerce bölüme ulaşan dizilerin başından sonuna kadar bazı karakterleri kötülük kıvamında tutmayı beceriyorlar.

Ancak, son zamanlarda ortalığa baktığımızda, eski Yeşilçam filmlerine ve yeni TV dizilerine rahmet okutacak derecede “kötülük” tezahürlerine şahit oluyoruz. Bakıyorsunuz, bir adam bütün sekansları, hayatının bütün katmanlarını “kötülüğün” mücessem hali gibi oynuyor. Hiç değişmiyor.

Haksızlık yapıyor olmak, adaletsiz olmak korkutmuyor onu…

İnançlı gibi görünüyorsa, “inandığını” iddia ettiği tanrıdan da korkmuyor; onu bile kandırdığını düşünüyor muhtemelen veya arada bir aklı sıra rüşvet vererek ya da “pardon, oldu artık bir kere, bir daha olmaz” diyerek sıyrılmaya çalışıyor cehennem ateşinden…

İnançsızsa ve hesaplaşabileceği bir vicdanı da yoksa, zaten kandırmak zorunda olduğu bir makam da devreye girmiyor…

Bu yüzden, inançlı ya da inançsız görünümlü bütün kötülük taşıyıcıları aslında aynı nebulanın içindedir. Ve bunların ortak yönü çıkarlarıdır. O çıkarlar inanılmaz bir savunma mekanizmasına sahiptir. O savunmada “çelişki” diye bir mefhum yoktur. “Kulp” adı verilen yardımcı mekanizmalarla her an her türlü tutarsızlık savuşturulur.

İşte kulplar sayesinde, normal şartlarda her insanoğlu ya da kızında olması gereken “ahlâk” ve “iyilik” gibi hasletler görünmez olur; insanın en diplerinde bir yerde üzerlerine beton misali ağırlık konup, olur olmaz yerde ortaya çıkıp iş bozmaları engellenmiş olur.

İşe yarayan birçok kulp vardır… Bazıları nispeten daha “masum”dur; mesela insanlar bakmakla yükümlü oldukları insanların karnını doyurmak ya da onları korumak isterken, ahlâktan ödün verebilirler; ancak bu ödünler bir müddet sonra bizzat yaşam tarzının kendisine dönüşebilir. Yani Hz. Ömer’in dediğine benzer bir durum olur; “inandıkları gibi yaşamayanlar, yaşadıklarına inanmaya başlayabilirler”.

Bu türden “masum” niyetlerle başlasa da ahlâksızlık, ahlâksızlıktır… Yani masum niyetlerle başlanmış olması, günahsız olunduğu anlamına gelmez. Ancak bu konudaki en radikal ahlâksızlık kültürel ve siyasal cemaatler ve onların ideolojileri etrafında yapılan ahlâksızlıktır. Bu alandaki ahlâksızlığın boyutları çok daha büyüktür ve cemaatçi ideolojinin en önemli işlevi yapılan ahlâksızlığın üzerini örtecek bir ciladır.  Kültürel ya da siyasal kimlikleri savunmak için yapılan kayıtsız şartsız cemaat savunması, topyekûn herkese dayatılan belli bir milliyetçilik ya da dinsellik ideolojileri, sadece belli bir zümrenin “çıkarlarını savunmak” için devreye giren her türlü ciladır. Burjuva, sosyalist, proletarya diktatörlüğü, muhafazakâr, dindar ya da liberal vb. söylemi ne olursa olsun, ahlâksızlığın siyasal renk farklılığının önemi yoktur.  

“Para ve kutsallık” cemaatleri ve ahlâk

Tipik cemaatçi tavırdır; efendi, şeyh, lider, hocaefendi ya da reis, adı ne olursa olsun, cemaatin tepesindeki adamın her söylediğinde bir hikmet aranır. Efendi o söylenen söze taban tabana zıt başka bir söz söylediğinde gene bir hikmet aranır. “Evet ama kastettiği şuydu; ama o zaman başkaydı, aslında cemaati, milli, dini vs. çıkarları korumak için öyle davranmak zorundaydı…” gibi “kerametler” atfedilir o ulu öndere...

Çünkü aslolan cemaati, cemaatin sınırlarını korumaktır… Cemaatin adı “laik” ise en önemli dert “içki içmek”tir. Mesela içki içerek, laiklik özgürlüğü savunulur. Çünkü bilinir ki, öteki taraf “içki içmez”… İçki sınırdaki işarettir. Sınır bekçisidir

Bunun tersi de aynen geçerlidir; dinden cemaat çıkaranlar için de içki sınır savaşının en önemli işaret fişeğidir. Ya da yılbaşı… Yılbaşındaki çam… Eğer bu tür işaretlere bulaşan olursa, hele “dindar görünümlü” cemaatten birileri süslü bir yılbaşı çam ağacına dokunduysa “kirlenmiştir”, “günaha girmiştir”, bir anda maazallah “Hıristiyan bile olmuş olabilir”. Bu yüzden aforoz edilmesi için cemaatin yetkili ve etkili mercileri gereken fetvayı verirler; cemaatin sıradan neferlerine de sadece büyük biradere kafa sallamak düşer…

Cemaati korumak, cemaatin sembollerini, liderini korumak her şeyden daha önemlidir; farzdır. Çünkü cemaat onlar sayesinde ayakta durur… İlkeleri sayesinde değil… Çünkü cemaatin kendisi ilkelerden daha önemlidir. Cemaat değişmez ama gerekirse yeni “ilkeler” cemaate raptedilebilir.  

Cemaati korumak için her türlü yalan serbesttir. Cemaatin kendini korumada en sık başvurduğu söylem parçaları arasında “ihanet” en önemli yeri tutar. Çin “Kültür Devrimi” sırasında Beethoven plakları, dünya edebiyatının Balzac’ları falan yakılır… Ve gerekçe hazırdır: “bunlar burjuvazinin ihanetinin belgeleridir”… Ya da Kamboçya’da, özellikle okumuş yazmış kesimler, hatta “gözlüklüler” başta olmak üzere, toplumun üçte biri ensesine kurşun sıkılıp “ölüm tarlalarında” öldürülür. Çünkü onlar, Kızıl Kmerlere göre, yozlaşmış, “parazit” kesimlerdir ve karşı devrimin potansiyel elemanlarıdır…

Ya da “KHK’ları eleştireni darbecilikle eş tutmak” da benzer biçimde cemaatçi bir “Kültür devrimi”dir... Dolayısıyla adalet ve hukukla arası bozuk olan bir takım yürütme kararları Orwell’in “1984”üne taş çıkartır. Genel hava Orwellci bir 1984 olduğu için, hırsızlar ve tacizciler de kendilerine durumdan fevkalade bir pay çıkarırlar. Ahlaksız tacizci adam, yaptığı ahlaksızlığı savunmak için “Hakikat Bakanlığı”nın yazdığı metne uygun bir şekilde hem suçlu hem güçlü bir “saldırı-savunma” hazırlar. Kısaca cemaate laf eden herkes “haindir”, “karşı devrimcidir”, “komünizm düşmanıdır”, “eski rejimin yanındadır”…

Bu yüzden cemaatin akıl babaları yani kalplerini tatile çıkarmış olan ideoloji komiserleri, beyinlerini bu komiserler lehine tatile çıkarmış olan bireylerden oluşan cemaati ayakta tutmak, cemaatin sınırlarını tahkim etmek, cemaatin içerisini ve dışarısını tanımlamak, düşmanları ve dostları tasnif etmek için durumlara uygun fetvalar verirler.

Mesela, “kadın nikâh akdinde irade beyanında bulunamaz” ya da “Gayrimüslimler vergi verirlerse insan haklarından yaralanabilirler” gibi “kutsallık” dairesine uydurulmuş iddialarla “beyaz-güçlü-erkek” kategorisinin cemaat olarak sınıf atlaması ve cemaatin “nomenklatura”sını (“Sovyet usulü” seçkin sınıfı) tahkim etmek için gereken kulpları uydurmuş olurlar.

Dünya çapında, batıdan, Amerika’dan başlayıp, bizim buralardan geçen, buradan daha doğuya doğru uzanan ve gücü korumak için her türlü yolu mubah gören bu türden cemaatçi yapılanma ve ideolojiler, özellikle “para ve kutsallığın” mükemmel birlikteliğini kurmayı beceriyorlar.

Bu birliktelikler “kötülükte” sınır tanımıyorlar. Bugünlerde savaş yapmak için her türlü tezgâhı hazırlıyorlar. Mesela İsrailli bir politikacı “Lübnan’ı Taş Devri’ne çeviririz” diye tehdit ederken, benzerleriyle birlikte, “saldırı altındayız!” söylemleriyle, en başta savunmayı, savunma hakkını felç ediyorlar. Kendilerini savunmak isteyenlerin uzanabileceği taşları bağlayıp, ısırarak var olabilenleri serbest bırakıyorlar.

İyiliğin tevazuu

Ancak öte yandan, filtresiz zamanlar sadece kötülüğü çırılçıplak ortaya sermekle kalmıyor. Tam da bu kötülük zamanlarının ve öfke ve tutku dolu ahlâksızlığın böylesine pervasızca serpilip gelişmesine neden olan modern, “çağdaşçı” ve kibirli zamanların yapıp ettiği derin yarılmalara rağmen, başka bir rüzgâr esiyor.

Filtreler kalkınca, kötülüğe karşı; az bilip çok kibir üretenlere, cehaletin kibrine, kibrin cehaletine karşı iyiliğin mütevazı insanları da ortaya çıkıyor. Birbirlerinin oksijeninden besleniyorlar; yan yana gelmenin, aşılanmanın zenginliğini yaşıyorlar. Kibirli zamanların ayrımlarını aşıyorlar.

İnsanı artık boğan sağcı- solcu, dindar-laik gibi ezber ikiliklerin ötesinde “adalet” ortak paydasında buluşuyorlar. Çerkeslerin, Kürtlerin, Türklerin, Hıristiyanların, Yahudilerin, Müslümanların, başörtülülerin, başörtüsüzlerin, şehirlilerin ve köylülerin ve hatta AKP’lilerin (ya da AK partililerin!) ve CHP’lilerin ve de HDP’lilerin bu memlekette ortak meseleleri olduğunu bizzat pratikte yaşıyorlar.

Bu bir dalga… Amerika’da Trump ırkçılığına ve savaşçı saldırganlığına, savaş diliyle çıkar örten fırsatçılığına karşı nasıl demokratlar, liberaller, siyah ve beyazlar, Müslümanlar ve Hıristiyanlar, Amerikan yerlileri ve İspanyol kökenliler bir araya gelebiliyorlarsa, aynı dalganın bizim memlekette ve daha başka memleketlerde de filtrelerinden sıyrılıp görünür olmasına şaşırmamak gerekiyor.

Bağrış çağrış filtrelerinden sıyrılmış, saklandığı yerlerden çıkmış kötülük, beklenebileceği gibi işte bu iyiliği görünür kılıyor. Ya da tersi; kalıplaşmış ve ezber ve de performans kimliklerin, tekçi kimliklerin tahakkümüne karşı “artık yeter!” diyen, Çerkes’i, Türk’ü, Müslüman’ı ve laiki bir araya getiren –Mizağe dergi gibi- yeni sesler ortaya çıkmaya başladıkça, kutsallık arkasına saklanmış çıkarlar dünyası da bütün kötülüğü ile tabak gibi açığa çıkıyor…

Ferhat Kentel

[email protected]

(Mizağe - www.mizagedergi.com)

Bültene kayıt ol