AfD: Sağ popülizm neden yükseliyor?

22.09.2017 - 14:37
Haberi paylaş

(Bu yazı, AltÜst dergisinin 24. sayısından alıntıdır. AltÜst'e ulaşabileceğiniz satış noktaları: http://www.altust.org/satis-noktalari/)

Avrupa’nın birçok ülkesinde sağ popülist partiler yükselişini sürdürüyor. Fransa’da Nisan ayında yapılan seçimlerin ilk turunu aşırı sağcı Ulusal Cephe lideri Marine Le Pen yüzde 21,70 ile ikinci tamamladı. Mayıs ayında yapılan ikinci turda ise oyunu yüzde 33,9’e çıkardı. Almanya’da Eylül ayında yapılacak genel seçimlerde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez aşırı sağ bir parti (AfD - Almanya için Alternatif) federal parlamentoya girecek. Şu anda AfD’nin anketlerdeki oyu yüzde 10 civarında. Bu oran bir önceki genel seçimde aldıkları oyun yaklaşık iki katı. Kurulduğu 2013 yılından bu yana AfD Almanya’da 16 eyaletin 13’ünde yerel parlamentolara milletvekili sokmayı başardı ve bazı eyaletlerde yüzde 20’nin üzerinde oya ulaştı. ABD’de Trump’un seçim zaferi; Avusturya, Macaristan gibi bir dizi başka ülkede aşırı sağ partilerin yükselişi ve giderek sağ popülist hareketlerin düzen karşıtı sesin en görünür odağı olmaya başlaması gibi bir dizi olguyla birlikte düşündüğümüzde, sağ tehdidin ne denli yaygınlaştığını net bir şekilde görüyoruz.  

AfD’nin nasıl bir parti olduğu ve sağ popülist hareketlere karşı ne tür strateji ve taktiklerle mücadele etmek gerektiği Alman solunda yoğun olarak tartışılan konulardan biri. Tartışmanın dikkat çekici bir yanı, Alman Sol Parti Die Linke’nin Parlamento Grubu Eş Başkanı Sarah Wagenknecht’in öne sürdüğü argümanlar üzerinden, sağ popülist partilere oy veren seçmenlerin nasıl geri kazanılabileceği sorusu etrafında cereyan ediyor. AfD aşırı sağcı bir parti, ancak sadece sağ partilerden seçmen kazanan bir oluşum değil. Sosyal Demokrat Parti’den ve hatta Sol Parti’den de yüz binlerce seçmen geçtiğimiz yıllarda AfD’ye oy verdi.   

AfD’yi ortaya çıkaran nedenler

AfD Alman siyaset sahnesinin en yeni partisi. Kurulduktan beş ay sonra, Eylül 2013’te yapılan genel seçimlerde yüzde 4,7 oy alarak dikkatleri üzerine çekti. Yüzde beşlik barajı geçemediği için parlamentoya milletvekili sokamamış olsa da, takip eden yıllardaki yerel seçimlerde kendine güvenli bir kampanya yapmak için gerekli zemini sağladı. Ve 2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy oranını yüzde 7,1’e çıkardı, yedi milletvekili seçtirmeyi başardı.

Bu hızlı yükselişin arkasında AfD’nin politik söyleminin yanı sıra, CDU ve CSU’dan oluşan Hıristiyan Birlik partilerinin daha da sağında yer alan tüm yelpazeyi birleştirebilmiş olmasının payı var. Merkel’in liderliği üstlendiği 2000 yılından beri Hıristiyan Demokratlar giderek daha liberal bir çizgi izledi ve merkeze yaklaştı. CDU ve CSU içerisindeki bazı sağ-muhafazakâr gruplar çeşitli defalar ılımanlaşan çoğunluk çizgisine meydan okudu. Ancak bu girişimler Merkel’in pozisyonunu sarsamadı ve 2008 ekonomik krizinin de etkisiyle radikalleşen aşırı sağ gruplar partiyi terk edip yeni arayışlara yöneldi. AfD’nin siyaset sahnesine hızlı bir giriş yapmasının arka planında, bu çatlakla siyasî ve örgütsel olarak ilişkilenmiş olması yatıyor.

Muhafazakâr çizgide 2008 ekonomik krizinin yarattığı çatlak, aslen neoliberal politikaların eskisi gibi işletilemez hâle gelmesinden kaynaklanıyordu. Alman egemen sınıfının bir kesimi krizi ekonomi politikasındaki ufak tefek makyajlarla aşma eğilimindeyken, bir diğer egemen sınıf bloğu kendi çıkarları temelinde daha köklü politika değişikliklerini savunan bir çizgiye geçti. Merkel hükümeti krizin yıkıcı etkilerini bir nebze olsun azaltmak gayesiyle bütçe açıklarını göze alarak düşen talebi toparlamaya dönük kısa vadeli girişimlerde bulundu ve hükümet harcamalarını arttırdı. Bu çizgi, bütün belirsizliklere rağmen, neoliberal politikalarda ufak tefek değişiklikler yaparak yola devam edilebileceği varsayımı üzerinden hareket ediyordu. Arz yönlü ekonomi politikası belirleyiciliğini sürdürdü ve bunun sonucu olarak kemer sıkma politikaları tüm Avrupa Birliği ülkelerinde büyük çalkantılara yol açma pahasına uygulandı.

AfD’nin ortaya çıkmasına yol açan gelişme, Alman sermaye sınıfındaki bu bölünmeydi. Ekonomik krizin sonucunda egemen sınıfın bir bölümü ulusal egemenlik söylemini giderek belirginleştiren bir neoliberal çizgiyi savunmaya başladı. Bir yanda 19 AB üyesi ülkenin ortak para birimi olan Euro’nun kriz sonucunda hızla değer kaybetmesi, diğer yanda borç batağındaki Avrupa ekonomilerinin nasıl kurtarılacağı sorusu, Alman sermayesinin dış ticaretle fazla ilgisi olmayan bir bölümünün kendi çıkarlarına odaklanarak izolasyonist bir siyaset izlemesi sonucunu yaratıyordu. Değeri düşmekte olan Euro’dan dış pazarlara satış yapan şirketler kâr sağlarken, iç pazara dönük üretim yapan şirketler Avrupa ile bütünleşmenin getirdiği rekabetten olumsuz olarak etkilendi ve kriz iç talebi de etkilediği için zarar ettiler. Savaş sonrası dönem boyunca bir arada durmayı başarmış Alman egemen sınıfı, kriz karşısında temelde iç pazara üretim yapan sermaye grupları ile aslen küresel pazara üretim yapan sermaye grupları arasında bölünüyor, çelişkiler giderek keskinleşiyordu.

Avrupa şüphecileri yanlarına Avrupa Birliği kurumları yerine daha güçlü ulus devletler isteyen millî ekonomistleri alarak pozisyonlarını güçlendirmeye çalıştı. Bir yandan da ana akım partiler olan Hıristiyan Birlik ve Liberal Parti (FDP) içinde bir konum elde etmek için çabaladılar, ancak bu çaba büyük ölçüde başarısız oldu. Avrupa şüphecileri ana akım siyasî partilerde tutunamadı ve neoliberal politik anlayışı kültürel muhafazakârlık ve egemen ulus devlet çizgisiyle harmanlayacak yeni bir örgütlenme yaratma arayışı içine girdiler. Bu arayış AfD’nin kurulmasıyla son buldu ve geleneksel millî-muhafazakâr kesim böylelikle yeni izolasyonist neoliberal kesimle birleşmiş oldu.

AfD’yi ortaya çıkaran ilk somut adım Eylül 2012’de Almanya’nın Euro krizi politikalarına karşı çıkma amacını güden Seçim Alternatifi 2013 adlı grubun kurulmasıyla atıldı. Bu grup aralarında ekonomistlerin, iş dünyası liderlerinin ve gazetecilerin olduğu 68 kişinin imzasıyla bir manifesto yayınlayarak işe başladı. Öne sürdükleri temel argüman Euro bölgesinin bir para birimi tanımlamak için “uygun olmadığı” ve güney Avrupa devletlerinin Euro’nun rekabetçi baskısı altında yoksulluk batağına sürükleneceğiydi.

“Kültürel ırkçılık”

AfD içindeki üçüncü kanadı ise etnik milliyetçilik temelinde hareket eden Nazi artıkları oluşturdu. “Halkçı” kanat olarak anılan bu eğilim, ideolojik kökenlerini 19. yüzyıldaki yayılmacı Pan-Cermen ideallerden alıyor ve ulusal kimlik kavramını ayrıcalıklı homojen bir toplum üzerinden tanımlıyor. Almanya’da halk kavramı Naziler döneminde milleti oluşturan toplum anlamında kullanılıyordu. Halk olarak ifade edilen şeye kimin dahil olduğu soy ile belirlenmekteydi. AfD’nin içindeki milliyetçi kanat ise halk kavramını Nazilerle olan çağrışımın dışına çıkararak yeniden tanımlamak gerektiğini savunuyor. Buna göre halkın üyelerini belirleyen soy, illa ki etnik bir karaktere sahip olmak zorunda değil. “Öteki”, fiziksel özellikleri nedeniyle değil, esaslı ve vazgeçilemeyecek kültürel farklılıkları ile belirlenebilir. Almanya’da Kulturkreis olarak ifade edilen terim, daha çok hegemonik toplumu tanımlamak için kullanılır. Hegemonik toplumdaki çelişkiler ve tarihsel değişimler önemini kaybeder ve sanki doğal bir kategoriymiş gibi ele alınan Kulturkreis kendisine dahil olan tüm bireylerin kimliğini tanımlar.    

Bu türden bir “kültürel ırkçılık” veya başka bir deyimle “biyolojik ırk olmadan yapılan ırkçılık” Almanya’ya yoğun olarak mültecilerin geldiği 2015 yazından beri gözle görünür bir şekilde yaygınlaştı. Merkel hükümeti 2015 yazında sınırları Suriye’den, Afrika’dan ve Asya’dan gelen mülteciler için açmaya ve Dublin Anlaşmasını bir süreliğine askıya almaya karar vermişti. Buna karşın AfD’nin içindeki aşırı muhafazakârlar ve halkçı ideolojinin savunucuları mülteci karşıtı söylemlerini sertleştirdi ve Alman toplumunu tehdit olarak gördükleri “yabancı egemenliği” konusunda uyardı. Onların gözünde hükümet sınır kontrolünü tamamen kaybetmiş ve olayların peşinden sürüklenir hâle gelmişti. Bu görüş sağda ve Hıristiyan Birlik partilerinin tabanında da oldukça yaygındı. Bu potansiyel ve tartışmanın medyada epeyce alıcı bulması AfD’nin içindeki halkçı kanadı cesaretlendirdi. 2014-15 yılları aynı zamanda İslamofobik sokak hareketi Pegida’nın ("Batı'nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar") etkili eylemler yaptığı bir dönemdi. Ilımlılardan oluşan bir kanadın AfD’den ayrılmasından sonra halkçı kanat parti içinde daha da güçlendi.

AfD giderek büyüyen bir seçmen tabanına ulaşabilmek için toplumun korkularına oynayan göçmen karşıtı söylemin yanına alt sınıflara seslenen bir ekonomik söylem ekledi. Partinin ilk zamanlarda ulaştığı kesimler daha çok iş sahipleri, girişimciler ve toplumun üst katmanlarıydı. Şimdilerde ise sosyal eşitsizliği yeni göç dalgası ile başarılı olarak ilişkilendirmesi sayesinde işsizlerin ve Alman toplumun alt katmanlarının AfD’ye yönelişi artıyor. Solun da tartışmaya etkin bir şekilde müdahale edememesi nedeniyle, Alman yoksullarla mültecilerin egemen sınıfa karşı ortak çıkarlara sahip olduğu algısı ezilenler arasında genel bir kanı hâline gelmiyor.

Solun yanıtı

AfD’nin kısa zamanda nasıl bu kadar büyük bir desteğe ulaştığını ve düzen karşıtı söylemin belirleyici odağı haline geldiğini anlayabilmek için solun krizine de daha yakından bakmak gerekir. Sosyal eşitsizlik tüm Avrupa’da 1970’lerden beri artan bir olguydu, ancak özellikle 2008 krizinden bu yana canalıcı bir politik mevzu hâline geldi. Alman ekonomisi krizden görece olarak hasar görmeden kurtulmuş olsa da, herkes şunun farkında ki Alman kapitalizminin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yakaladığı genişleme dönemi ve buna bağlı olarak ayakta duran güçlü sendikalar ve düşük işsizlik sona erdi. Kârlı yeni pazarlar açmak ve istikrarlı büyümeyi garanti almak için yapılan girişimler başarısızlığa uğrayınca, 2008 krizinin faturası işçi sınıfına çıkarıldı: Ücretler üzerindeki baskı arttı, emek giderek artan oranda esnekleşti, taşeronlaşma ve güvencesiz çalışma yaygınlaştı.  

Sol bu krize karşı inandırıcı bir yanıt ve kapsayıcı bir mücadele hattı öremedi. Die Linke’nin görece olarak hoşnutsuz işçilerin bir kısmını etkilemeyi başardığını söyleyebiliriz. Ancak Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) işçi sınıfı içindeki desteği 2000’li yılların başından beri azalıyor. SPD, hükümette olduğu dönemde ekonomik kalkınma yaratacağı beklentisi ile neoliberal politikaların uygulayıcısı olan bir siyasî akım haline geldi ve işçi sınıfına olan ilgisini kaybetti. Böylesi bir ortamda ana akım medyada AfD işçi sınıfının düşen yaşam standartlarına dair konuşan tek parti gibi algılanmaya başladı.

Almanya’da neoliberalizm doruk noktasına 1998-2005 yılları arasındaki SPD ve Yeşiller koalisyonu döneminde ulaşmıştı. Her iki partinin ekonomik programı da bireysel performansa ve rekabete dayanan sağ öğeler içeriyordu. Ancak bu program sosyal açıdan oldukça yenilikçi bir çizgide sunuluyordu. SPD ve Yeşiller kültürel çeşitliliği korumak için yasalar çıkardı, ama aynı zamanda Alman işçi sınıfının belini bükmek pahasına ihracat odaklı sermayenin çıkarlarını öncelediler. Azınlıkların yasal statülerini iyileştirilirken, aynı zamanda en çok onların yararlandığı refah devleti ortadan kaldırılıyordu. Bu dönemde zenginlerin ödedikleri vergileri azaltan bir dizi düzenleme yapıldı. Sonrasında gelen Merkel hükümetleri de bu siyaseti aynı şekilde devam ettirdi.

Bu ortam Die Linke açısından neoliberalizm karşıtı söylemi keskinleştirmek ve çökme noktasına gelen Avrupa kapitalizmine karşı radikal bir taban hareketi yaratmak açısından olasılıklar sunuyordu. Fakat özellikle parti içindeki Avrupa Birlikçi söylem radikal siyasetin değil, düzen içi önermelerin baskın hâle gelmesi sonucunu verdi.

Son olarak da buna göçmenler ve ilticacılar tartışmasında parti içinde yaşanan ihtilaf eklendi. Merkel kendisini hümanist ve mülteci yanlısı göstermeye çalışsa da gerçek böyle değil. Almanya’daki iltica yasasında geçtiğimiz iki yıl boyunca büyük ölçüde kesintiler yapıldı. Bunun sonucunda mülteciler daha az finansal desteğe ve daha az sosyal hizmete ulaşabiliyor. Çoğu durumda iltica başvuruları doğru dürüst bir inceleme yapılmadan reddediliyor, iltica başvurusunda bulunanların Almanya içindeki serbest dolaşım hakkı kısıtlanıyor ve savaş nedeniyle yıkıma uğramış ülkelere daha fazla sayıda mülteciyi geri göndermek için Afganistan, Türkiye gibi yerler güvenli ülke olarak ilan ediliyor. Yetmiyormuş gibi, mülteci akınını sona erdirmek için Türkiye ile yapılana benzer anlaşmalar yapılıyor.

Mültecilerle ilgili bu gelişmeler yaşanır ve göçmenlerle dayanışma hareketi Almanya’da büyük bir yaygınlaşma sağlarken, Die Linke’de radikal kanadın en tanınan isimlerinden biri olan Sarah Wagenknecht,  AfD’ye kayan seçmenleri geri kazanmak için çok tartışılan bir kampanya başlattı. Wagenknecht basına verdiği röportajlarda Almanya’nın sınır kontrol politikaları hakkındaki endişelerini dile getirdi ve mülteci akını sonucunda yaşamlarının olumsuz etkileneceğinden korkan AfD seçmenine hak verdiğini söyledi. “Mülteciler hoş geldiniz” demek ve sınırların açılmasını savunmak yerine kaygılara hak veren bu söylemin partinin mülteci politikasını büyük ölçüde belirsizleştiren bir etkisi oldu. AfD’ye oy veren seçmeni kazanmaya çalışmakta yanlış bir şey yok. Ancak ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına daha geniş bir zemin sağlayan önyargıları beslemek veya bunlarla empati yapmak da solun işi olmasa gerek.    

AfD, muhafazakârların krizi, kapitalizmin krizi ve solun krizi gibi bir dizi etmenin üst üste gelmesi sayesinde etkili bir aşırı sağ partiye dönüştü ve bugüne geldi. Ancak henüz taşlar yerine oturmuş değil. AfD içindeki kanatların birbirleriyle olan kavgası ve iç çelişkiler partiyi her an tepe taklak aşağı sürükleyebilir. Solun yapması gereken, ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı sokakta verilen birleşik mücadeleyi büyütmek ve krizin faturasını egemen sınıfa ödettirmek. Alman işçilerini, göçmenleri ve mültecileri enternasyonalist sınıf mücadelesinde bir araya getirmek ise bunun için atılması gereken ilk adım.

Erkin Erdoğan

Bültene kayıt ol