Karl Marx’ın aile içinde ona “general” lakabını takması veya ABD’nin dış politikasını etkilemek üzere yayımlanan The National Interest (Ulusal Çıkar) dergisindeki bir yazıda onun 1. Dünya Savaşı’yla ilgili öngörülerinin “Avrupa’nın bütün devlet adamlarının ve askeri liderlerinin gelmekte olan felaketin doğasını ve etkilerini anlayamadığı” bir ortamda çok önemli olduğunun vurgulanması tesadüf değil.
Henüz 21 yaşındayken Berlin’deki bir topçu birliğinde gönüllü askerlik görevi yapan Friedrich Engels, tüm hayatı boyunca savaş “bilimine” ilgi duydu ve en önemli eserlerinin bir bölümünü bu konuda verdi. Avrupa’nın neredeyse bütün önemli güçlerinin ordularının detaylı bir analizini yaptı. 19. yüzyılda, radikal toplumsal dönüşümlerin, savaşların ve kitlesel devrimlerin yaşandığı bir dönemde, militarizmle ilgili bütün bildiklerini işçi sınıfının kendini özgürleştirme mücadelesinin hizmetine sunmaya çalıştı.
Altıncı büyük güç
Engels, feodalizmden modern sanayi toplumuna geçişin, kapitalizmin tüm Kıta Avrupası’na hızla yayılışının yaşandığı ve bugün bildiğimiz anlamıyla emperyalist dünya sisteminin olgunlaştığı bir dönemde yaşadı. Tanıklık ettiği savaşlar, çoğunlukla bu büyük geçişlerin birer ifadesiydi. Elbette ki, Marx ile birlikte, Avrupa’da dönemin savaşlarına bakışlarında zaman içinde değişimler yaşandı. Fakat düşünüş biçimlerinin özü sabit kaldı: Marx ve Engels, hangi politik sürecin devamı olarak ortaya çıktıklarından veya tarafların siyasi görüşlerinden çok, savaşların hangi tarihsel hareketi doğuracağıyla ilgileniyorlardı. Yani bir başka deyişle, savaşlardaki tutumlarını belirlerken, dönemin “Beş Büyük Gücü” olarak bilinen İngiliz, Fransız, Avusturya, Prusya ve Rus imparatorluklarının karşısında “altıncı büyük güç” olarak tanımladıkları işçi devriminin çıkarlarının nasıl ilerleyeceğini başa yazıyorlardı.
Fransa ile Prusya arasındaki 1870 Savaşı’nın ardından bir çılgınlık boyutuna varan silahlanma yarışı, Avrupa’nın büyük güçlerinin elindeki savaş ve yıkım araçlarının hem niteliksel hem de niceliksel olarak devasa bir artışı anlamına geliyordu. Engels, böylesi bir konjonktürde, dünya sisteminin göbeğinde başlayıp genelleşecek bir savaşın, devrimlerden çok bir felakete yol açacağını, devrimler gerçekleşecekse bile bunlara ulaşmanın en kötü yolunun bu olacağını düşünüyordu. Ve bu bütünlüklü felaketi en iyi kavrayanlardan birisiydi.
Birinci Dünya Savaşı’nın peygamberi
İsrailli askeri tarihçi Jehuda L. Wallach’a göre, Engels, 1. Dünya Savaşı’nın ana hatlarını peygambervari bir öngörüyle ortaya koyuyordu.
Engels, o tarihe kadar hayal dahi edilememiş boyutta bir şiddetin yaşanacağını, 8 ila 10 milyon askerin birbirini katledeceğini, Avrupa’nın tamamının harap olacağını, kıtlığın ve salgın hastalıkların tüm kıtaya yayılacağını, evrensel olarak bir barbarlık dönemine geçişin söz konusu olacağını, eski devletlerin ve hükümdarların toplu olarak çöpe gideceklerini yazmıştı. Savaştan kimin nasıl galip çıkacağının belli olmadığını, ancak kesin olarak bir tükenmişliğin yaşanacağını ve bunun da işçi sınıfının nihai zaferi için gerekli koşulları oluşturacağını söylüyordu.
Birçoğu sonradan yenilmiş olsalar da Rus, Alman ve Macar devrimlerini ve Avrupa’nın birçok ülkesinde işçi sınıfının iktidarı almaya yaklaşan özyönetim organlarının kurulduğu mücadele dalgalarını düşününce, tahminlerinin hiçbirinde yanılmadığını söylemek abartılı olmaz.
Savaşa karşı mücadele
Öte yandan, Engels, bu savaşın sosyalist hareket ve tüm ülkelerdeki partiler açısından da felakete yol açacağını düşünüyordu. Kamuya açık yazılarındaki ümitvar tavrının aksine, yoldaşlarıyla iç yazışmalarında oldukça kaygılıydı.
Sosyalistler savaşa tereddütsüz karşı çıkıp, hükümetlerin bundan korku duymasını sağlamaya çalışacaklardı. Ancak Avrupa’nın egemenleri buna rağmen savaşa giriyorsa, bu, “ulusal birliği” sağlayacaklarına dair kendilerine güvenlerinden kaynaklanacaktı. Şovenizmin ve yabancı düşmanlığının baskın ruh hâli olduğu bu ortamda, komünist hareket, birçok yerde mahvolacak ve savaş sonrasında işe sıfırdan başlamak zorunda kalacaktı.
“Dünya savaşını engelle, devrime hazırlan” mottosuyla hareket eden Engels, her ülkedeki sosyalistlerin görevinin “barışın korunmasını” savunmak olduğunu dile getiriyordu. Savaşa karşı genel grevler veya itaatsizlik gibi “parlak lafları”, sosyalistlerin baskıya maruz kalmamak için programlarını törpülemek zorunda kaldıkları bir dönemde aldatıcı olarak görüyordu. Bunun yerine, devrimci amaçlarla gerçekçiliği birleştirmeye çalışan bir formülasyonla, Avrupa ülkelerinde askerlik sürelerinin kısaltılması için kampanya yapmayı öneriyordu. Böylece, “ulusal güvenliği” hiçbir ülke için tehlikeye atmayan bir öneriyle, ya orduların sıradan insanların dönüşümlü olarak silahlandığı milisler hâline dönüşmesi sağlanacaktı; ya da hükümetler bunu yapmıyorsa, orduların küçültülmemesinin sebebinin “dış tehditleri önlemek” değil içerideki düşmana, yani işçi sınıfına karşı kendilerini savunma ihtiyacı olduğunun teşhiri sağlanacaktı.
Reformistlerin çarpıtması
Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde, başta Kautsky olmak üzere savaşa kendi ülkeleri lehine destek vermeyi planlayan İkinci Enternasyonal’in liderliği, görüşlerini Marx ve Engels’e yaslamaya çalışıyordu. Kautsky, iki büyük düşünürün, savaşlar karşısında tutumunu belirlerken çatışmayı hangi ülkenin “kışkırttığına” ve hangi ülkenin “mağdur” olduğuna baktıklarını iddia ediyordu. Bu defolu görüş, Marx ve Engels’in savaş üzerine erken dönem yazılarının bir karikatürünü ele alıyor, üstelik 1870 Savaşı’nda Prusya’nın Fransa’yı mağlup etmesi sonucu olası bir Avrupa savaşına yönelik tutumlarını gözden geçirdiklerini yok sayıyordu.
Marx ve Engels, Birinci Enternasyonal için yazdıkları bir metinde, Alman işçi sınıfının, bu savaşın “savunmacı” karakterinden çıkıp Fransız halkına karşı bir savaşa dönüşmesine izin verdiği takdirde, zaferin de yenilginin de kendileri açısından felaket olacağını dile getiriyordu. Fransa’da Bonaparte’ın yenilgisinin işçi sınıfı devriminin yolunu açabileceğini, ancak Almanya’da yenilginin aynı koşulların 20 yıl daha devam etmesini garanti altına alacağını iddia ediyorlardı. Ancak bunun, savaşın erken döneminde Prusya’ya destek verdikleri şeklinde okunması oldukça abartılı bir yorum. İki taraftan da nefret ettikleri bir “nötr” pozisyonu savunduklarını defalarca dile getirdiler ve bu konuda ilk başta yaptıkları hatayı gözden geçirip, ömürlerinin geri kalanında August Bebel ile Wilhelm Liebknecht’in Alman parlamentosunda savaşa karşı verdiği oydan övgüyle bahsettiler. Kautsky’nin çizgisi ise 1. Dünya Savaşı’na karşı yine parlamentoda savaş bütçesi aleyhine oy veren Wilhelm Liebknecht’in oğlu Karl Liebknecht’i katledecekti.
Militarizmi çökertmek için devrim
Engels, 1848 devrimlerinin ardından, toplumsal devrimin kaderinin burjuva devletin “nötrleştirilmesinden” geçtiğini düşünüyordu. 1793’ün senaryosuna bakarak, dışarıdaki bir savaşta zayıflayan bir ordu olduğunda, devrimcilerin “tehlikedeki anavatanın” başına geçebileceği yönünde bir umuda sahipti. Ancak Prusya-Fransa savaşında Fransa kaybetmesine rağmen 1871’de Paris Komünü’nün kanlı bir şekilde bastırılmasının ardından, savaşla devrim arasında kurduğu ilişkiyi değiştirdi.
Burjuvazinin ordusunu parçalamak, ona göre artık devrimin bir görevi değildi, gerçekleşmesi için kaçınılmaz bir önkoşuldu. Ve Avrupa’yı sarsan militarizmin, kendi içerisinde kendi yıkımının tohumlarını taşıdığını söylüyordu. Kentli işçiler ve yoksul köylüler kendi egemenlerine isyan ettiklerinde, savaş makinesini çalıştırmayı reddedebilecekler ve bu orduyu içeriden yıkabileceklerdi. Engels’e göre, devrim vakti geldiğinde, militarizm kendi evriminin diyalektiği gereği çökecekti.
Ozan Tekin