Kapitalizm öncesinde feodal devlet, ister bir krallık, ister büyük bir imparatorluk olsun, onun uyruğundaki halklar bir devlet topluluğu oluşturmakta ancak ulusal bir birlik oluşturmamaktaydılar.
Ulusların tarihi, devletlerin tarihine oranla çok daha yakın bir zamana uzanır. Uluslar tarih sahnesine 18. yüzyılda çıktı. 19. yüzyılda da tüm dünyaya yayıldı. Bu dönem aynı zamanda kapitalizmin dünya çapında egemen olduğu bir dönemdi. Kapitalizmin ideolojisi olan milliyetçilik tüm dünyaya 1789’da Fransa’da burjuvazinin iktidara gelmesiyle birlikte yayılmaya başladı. Burjuva ulusalcı hareketler tüm Avrupa’da yaygınlaştı. 19. yüzyılın ortalarında patlayan 1848 devrimleri ise kendi talepleriyle tarih sahnesine çıkan işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki çatışmayı ortaya çıkaran bir dönüm noktası oldu.
Marksizmin kurucuları Engels ve Marx’ın çözümlemelerinde 1848 devrimleri önemli bir yer aldı. Komünist Manifesto’nun yazıldığı tarihte (1847) Marx ve Engels kapitalizmin başlıca gelişme eğilimlerinden hareketle işçi sınıfının tarihsel perspektifini ürettiler. Marx ve Engels, kapitalist üretim tarzının yarattığı burjuva toplumunun eleştirisi üzerinden milliyetçiliği mahkum etti. İkisi de, coğrafya, kültür ve tarih bakımından farklılıklar gösteren halk topluluklarının kapitalizm öncesi geçmişleri üzerinden yapılan burjuva ulus tanımını reddettiler. Pazar birliği ve rekabet temelinde kapitalist sistemin varlık koşulunu oluşturan ulus olgusu her zaman var olmadığı gibi tarihin ilerleyen bir kesiminde de ortadan kalkacaktır. Bu anlamda da uluslar “kültür birliği”, “dil birliği” temelinde ezelden ebediyete yaşayacak bir niteliğe sahip değildirler.
Uluslar belirli bir ekonomik ve toplumsal gelişmenin bir ürünü olarak ortaya çıktılar. Bu gelişme yeni bir sınıf olan burjuvazinin ekonomik sistemi olan kapitalizmdi. Kapitalist devletlerin üretimi dünya pazarını oluşturdu. Kapitalist toplumun temel güdüsü olan sermaye birikimi varlığını rekabetle sürdürebilirdi. Burjuvazi gümrük duvarıyla çevrilmiş bir iç pazara ve rakiplerini geride bırakacak daha avantajlı koşullara ihtiyaç duydu. Ulus-devletler bu rekabetin ürünü olarak ortaya çıktı.
Enternasyonalle kurtulur insanlık
İşçi sınıfının uluslararası birliğini oluşturmak hedefiyle hareket eden Marx ve Engels’in fikirleri özü itibarıyla enternasyonalistir. Burjuva bir fikir olan milliyetçilik işçi ile kapitalisti aynı ulusun üyesi göstererek kapitalist toplumdaki sınıfsal çatışmanın üzerini örter. Uluslararası işçi sınıfının çıkarı, milletlere bölünmüş dünya sisteminin son bulması, milliyetçi fikirlerin altındaki nesnel temelin alınmasından geçer. Marx: “İşçinin milliyeti Fransız, İngiliz ya da Alman değil, emek, bedava kölelik, kendi kendini satmaktır. Onu yöneten hükümet Fransız, İngiliz ya da Alman hükümetleri değil, sermayedir. Doğduğu yerin havası Fransız, İngiliz ya da Alman havası değil, fabrika havasıdır. Ona ait olan topraksa Fransız, İngiliz ya da Alman toprağı değil, yerin birkaç karış altıdır.” derken, işgücünü satmaktan başka elinde bir varlığı bulunmayan işçi sınıfının burjuvaziyle ortak bir “ulus” oluşturamayacağına işaret eder.
İşçi sınıfının uluslararası birliği sadece kendi kurtuluşu için değil, insanlığın kurtuluşu için de tek yoldur. Marksizm kurucuları Engels ve Marx her koşulda burjuva ulusçuluğuna karşı uluslararası işçi sınıfının birliğini savundular. Devrimin tek bir devletin sınırları içinde ortaya çıkması durumunda bile, devrimin dünya ölçeğinde yayılması için mücadele yürüttüler. İşçi sınıfının kazanması ancak dünya çapında bir devrimle mümkün olabilir. Aksi hâlde tek bir ülkede yalıtılmış bir devrim bürokratik diktatörlük tipinde yeni bir kapitalist devletin oluşumuna yol açar.
Emperyalizm çağında milliyetçilik
Milliyetçiliği mahkûm eden sosyalist fikirler 1. Dünya Savaşı'na kadar sosyalist hareketin ortak görüşü oldu. 1. Dünya Savaşı sırasında Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin savaş kredilerine oy vermesi sosyalist hareketi böldü. Savaş kredilerine onay vermeyen tek sosyalist milletvekili Karl Liebnecht ve yoldaşı RosaLüksemburg işçileri savaşa karşı çıkmaya çağırdı. Rus Devrimcisi Lenin milliyetçiliği “sosyal şovenizm” olarak adlandırdı. Tüm dünya sosyalistlerin milliyetçiliğe karşı mücadele etmeye ve sosyal demokrasiden kopup yeni örgütler kurmaya çağırdı. Lenin’e göre patronlarla işçiler aynı çıkarlara sahip olamazdı.
Emperyalistler işçileri birbirini boğazlaması için cepheye sürmüştü. 11 milyonun üzerinde insanın ölümüne yol açan savaş milliyetçiliğin ilk kanlı ürünüydü. Savaşın ilk yıllarında milliyetçi fikirler etkili olduysa da cepheden dönemeyen askerlerin sayısındaki artış, açlık ve sefalet, sosyalistlerin savaş karşıtı mücadelesinin etkili olmasını sağladı. İlk yıllarda azanlıkta kalan sosyalistler artık işçilere seslenebiliyorlardı. Rusya’da devrim savaşa son verdi. İşçiler Şubat 1917’de “ekmek, barış ve özgürlük” talebiyle ayaklandılar ve Çarlık rejimini devirdiler. Ekim ayında da iktidarı alarak sosyalist devrimi gerçekleştirdiler. Rus devrimi tüm dünyada büyük bir etki yarattı. Bu etkiyle Alman devrimi gerçekleşti. Aynı şekilde Ocak 1918’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda işçiler arasındaki savaş karşıtlığı yükseldi. Viyana’da işçi konseyi kuruldu. Emperyalistlerin işçileri bölen milliyetçilik kartı etkisini yitirmiş, dünya devrimi başlamıştı. 1917-1936 yılları arasında pek çok devrim ve karşı devrim gerçekleşti. İç savaş ve Alman devriminin yenilgisi nedeniyle yalıtılan Rus devrimi yenildi. İşçi sınıfı iktidarını kaybetti. 1928’de iktidara gelen Stalinist bürokrasi işçi sınıfının tüm kazanımlarını geri aldı. Stalin “tek ülkede sosyalizm” teorisiyle milliyetçilik fikrinin yeniden sosyalist saflarda hâkim olmasını sağladı. Sol saflarda milliyetçiliğin yeniden yeşermesi telafisi imkânsız yıkımlara ve ihanetlere yol açtı.
Stalinizme göre tek bir ülkede sosyalizm, hatta sınıfsız bir toplum mümkün olabilirdi. İşçiler için enternasyonalizm gerekli değildi. Rus milliyetçiliği yeniden hortlatılırken, dünya işçilerinin çıkarları Rus devletinin çıkarlarıyla özdeşleştirildi. Bunun sonucunda pek çok yerde işçi sınıfı ihanete uğradı ve devrimler yenildi. 1924'te İtalya'da Mussolini liderliğindeki faşist diktatörlük kuruldu. 1933'te Almanya'da Naziler iktidara geldi. Faşizm geniş kitleleri birleştirmek için milliyetçilik kartını kullandı ve tüm dünya yeniden milliyetçiliğin etki alanına girdi. Milliyetçiliğin yükselişinin faturası 1. Dünya Savaşından çok daha ağır oldu. 2. Dünya Savaşı sırasında 6 milyon kişi gaz odalarında olmak üzere 73 milyon insan yaşamını kaybetti.
Milliyetçiliğin panzehiri sınıf mücadelesi
20. yüzyılın iki büyük emperyalist savaşına yol açan koşullara benzer koşulların yaşandığı günümüzde egemenler yeniden emekçi sınıfları bölmek için milliyetçilik kartını oynuyorlar. Kapitalizmin krizinin derinleşmesiyle siyasi istikrarsızlık da derinleşmekte. Ortadoğu’dan, Afrika’ya, Asya-Pasifik bölgesine dozu artan emperyalist gerilimler, emekçi sınıflar için büyük yıkımlara yol açacak kanlı boğazlaşmaların kapısını aralıyor. İngiltere’nin AB’den çıkma kararı, ardından ABD’de Trump gibi ırkçı birinin başkan seçilmesi, Avrupa’da daha milliyetçi, faşist yapıların seçilmesi ya da mevcut siyasi iktidarların daha da milliyetçi eğilimler sergilemesi, gerilim dolu bir sürece girdiğimizi gösteriyor. Bu nedenle milliyetçiliğe karşı mücadele işçi sınıfının uzun vadeli çıkarları açısından değil, acil çıkarları açısından kendini dayatmakta.
Bugüne kadar uluslararası işçi hareketinin tüm deneyimleri de gösterdi ki, emperyalist yayılmacı politikalar ve savaş milliyetçi fikirlerin emekçi sınıflar üzerindeki etkisini arttırıp, onların pasifleşmesine yol açmakta. Sınıf mücadelesi ise hareketin önünü açtığı gibi başta milliyetçilik olmak üzere her türlü burjuva fikrin sorgulanmasına yol açıyor. Bu nedenle sosyalistler, işçilerin bölünerek zayıflamasına neden olan, milliyetçi fikirlere ve savaşa karşı her zaman barışı ve işçilerin uluslararası birliğini savundular. Ve Kapitalizmin ancak bir dünya devrimiyle ortadan kalkacağını düşündüler. O nedenle enternasyonalizm sosyalist düşüncenin en önemli hareket noktası oldu ve olmaya da devam edecektir.
Çağla Oflas