Türkiye Cumhuriyeti, Ermeni halkı başta olmak üzere Gayri Müslim azınlıkların soykırıma uğratan imparatorluk artığı generallerin gölgesinde bir tek parti diktatörlüğü olarak kuruldu.
Cumhurbaşkanlığı, Meclis ve Yüksek Yargı bütünüyle askeri komuta kademesinin kontrolü altındayken, bürokrasinin bütün kritik noktaları, cumhuriyetin kurucu kadrolarına tam olarak biat eden ve aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi üyesi olan kişiler tarafından doldurulmuştu. Yukarıdan aşağıya yeni bir toplum yaratmak isteyen genç cumhuriyetçiler, soykırımcı büyüklerinden aldığı ilhamla sıklıkla baskıya ve zorbalığa başvurdular. Halkın tepkisi kimi zaman isyanlar biçimini aldı ve nadiren de olsa yeni siyasi partiler etrafında toplanmaya başladı. Ancak CHP liderliği cumhuriyetin ilk yıllarında bütün özgürlük girişimlerini bastırmayı başardı. Ancak, İkinci Dünya Savaşı yıllarında baskıya eşlik eden korkunç yoksulluk tek parti rejimine yönelik öfkeyi patlattı ve savaşın hemen ardından yeni bir partinin, Demokrat Parti’nin, kurulmasının yolunu açtı. CHP’den bıkan halk kitleler halinde DP’de örgütlenmeye başladı. CHP liderliğini rahatsız eden bu duruma rağmen, savaşı kazanan ülkelerin de bastırmasıyla, DP öncelleri gibi kapatılamadı. CHP liderliği seçim hileleri ile 1946 yılında yapılan ilk çok partili seçimi kazandı. Ancak, 1950 yılında yapılan seçimleri DP büyük bir oy farkıyla kazanarak iktidar partisi oldu.
Liderliğinin, tıpkı CHP liderliği gibi, cumhuriyetin kurucu kadrolarından oluşmasına rağmen taban örgütlerinin halkın büyük çoğunluğunca desteklenen kişilerden oluşması DP’nin 1960 yılına kadar yapılan bütün seçimleri kazanmasına yol açtı. İktidarı süresince, DP liderliğinin attığı kimi adımlar Kemalist ordu bürokrasisi tarafından hiçbir zaman hoş karşılanmadı. Diğer taraftan Kemalist bürokrasinin kolları altında palazlanan büyük sermaye grupları, taşrada gelişen ekonomik büyümeden huzursuz olmaya başladı. DP’nin iktidarının son yıllarında Sovyetler Birliği ile yakınlaşmaya başlaması, Seydişehir Alüminyum ve İskenderun Demir Çelik gibi büyük tesislerin kredileri için anlaşmalar yapması ABD ve NATO’yu da rahatsız etti. Öte yandan CHP’ye yönelik baskılara giderek artan bir otoriterleşme eğiliminin eşlik etmesi üniversitelerde de huzursuzluğun artmasına yol açtı.
27 Mayıs 1960 tarihinde emir komuta zinciri dışındaki bir grup subay, büyük sermayenin, CHP’nin, ABD’nin ve üniversite çevrelerinin bu huzursuzluğunu fırsat bilerek yönetime el koydu. Hükümet üyelerini ve ordu komuta kademesindeki generalleri tutuklayan subayların tek ortak yanı ulusalcı ve askeri vesayetçi olmalarıydı. Darbe sonrası görülen Yassıada Duruşmalarında Başbakan Adnan Menderes, hükümet üyeleri Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam cezasına çarptırıldı ve idam edildi. Cumhurbaşkanı Bayar da dahil olmak üzere çok sayıda DP yöneticisi hapisle cezalandırıldı.
Darbenin kurumsal izleri
Cuntacı subaylar tarafından ülkeyi yönetmek üzere kurulan Milli Birlik Komitesi askeri vesayeti yeniden tesis etmek için adımlar attı. Tek parti rejimi altında dilediği kararları aldırabilen Türk Silahlı Kuvvetleri, kendi denetiminde olmayan bir meclis çoğunluğunun doğrudan basıncını bir kez daha yaşamamak için “denetleyici” kurumlar oluşturdu. Bunların en önemlisi, sonradan giderek gerçek yürütme organı haline gelen ve üyelerinin çoğunluğunu TSK komuta kademesinin oluşturduğu Milli Güvenlik Kurulu’dur. Ayrıca, seçilme sürecinde gizli-açık asker onayı aranan Cumhurbaşkanı’na bürokrasideki ve yüksek yargıdaki kritik atamaları yapma yetkisi verildi. Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) kurularak diğer büyük sermaye grupları ile işbirliğinin geliştirilmesi ve giderek OYAK’ın kendisinin büyük bir holding olması sağlandı. ABD ve NATO ile ilişkiler sağlamlaştırıldı. Türk subaylarının ABD’deki eğitim oranları arttırıldı, TSK’nin ABD’ye ve NATO’ya bağlılığı, diğer bütün kırmızı çizgilerinin önüne geçti. Bütün bunların yanında 27 Mayıs Darbesinin en olumsuz etkisi, ilk başarılı darbe olarak kendisinden sonra yapılan darbe ve darbe girişimlerine öncülük etmiş olmasıdır.
27 Mayıs ilerici miydi?
Halkın seçilmiş temsilcilerini zorla görevden alan ordunun yönetime el koyma biçimi olan darbe iyi bir şey olabilir mi? Bu alçakça eylemi gizli-açık savunan kesimler hep 27 Mayıs’ı örnek göstererek bu soruya evet yanıtını veriyorlar. 27 Mayıs darbesinin bugün de devam eden kurumsal izleri zaten böyle bir şeyin mümkün olmadığını kanıtlıyor, ama darbe sonrası yapılan 1961 Anayasasının kimi olumlu maddeleri öne çıkartılarak bu konuda demagoji yapılıyor. Evet, “çoğunluk sistemi” yerine “nispi temsil” sisteminin anayasaya girmiş olması, bazı sendikal ve üniversitelere yönelik hakların tanınmış olması olumludur, ama unutulmaması gerekir ki bu hakların kullanılmaya başlaması ile birlikte 61 anayasasının temel hükmü, ülke için tehdit oluşturması durumunda ordunun “koruma ve kollama” adı altında müdahale etme yetkisi, çok kısa bir süre sonra 12 Mart 1971 tarihinde, çok daha ağır ve azgınca 12 Eylül 1980 tarihinde uygulanmıştır. Kaldı ki, 61 Anayasasının görece yüksek bir standarda sahip olarak görülmesini sağlayan şey, 1961-1971 ve 1973-1980 arasındaki dönemde kelimenin tam anlamıyla yüksek olan bir işçi sınıfı mücadelesinin varlığıdır.
Kemal Başak
(Sosyalist İşçi)