Hemşire Lucy Letby gibi seri katiller ya da savaş gibi daha büyük çapta vahşet gerçekleştirenler sadece kötü müdür? Korkunç, şok edici eylemleri akıl almaz şeyler olarak sunma eğilimi var.
Bu eylemlerin, kara bir kötülük bulutunun bir şekilde bireylerin veya dünyanın tüm bölgelerinin üzerine çökmesinden başka bir açıklaması olmadığı söyleniyor. Bu sözde kötülük, seri katillerden savaşla harap olmuş ülkelere ve soykırım şiddetine doğru ilerliyor.
Korkuya çok yakından bakmama eğilimi anlaşılabilir olsa da, analize girişmek için güçlü nedenler var.
Örneğin, Holokost'a Bir Daha Asla demek istiyorsak, bu onun neden olduğunu anlamaya çalışmamız anlamına gelir. Korkunç eylemleri muğlak bir “kötülüğün” sonucu olarak basitçe göz ardı etmek, sistemin onları teşvik ettiği ve meşrulaştırdığı gerçek yöntemleri gizler. Sistemin sorumluluktan kurtulmasını sağlar.
Daha da önemlisi, Marksistler için bu, her bireysel eylemi tam olarak açıklama ya da onlardan anlam çıkarma çabası değildir.
Bir katilin bugün bu eylemi bu şekilde gerçekleştirmesinin nedeni, failler hakkında müstehcen TV belgesellerin, kurbanların anılarını ve polis araştırmalarının üretimi ile ticaretidir de.
Rus devrimci Leon Troçki şöyle yazmıştı: “Marksizm satranç tarihine bile çok büyük bir başarıyla uygulanabilir. Ama satranç oynamayı Marksist bir şekilde öğrenmek mümkün değil.” Evet CSI: Marksizm bu konuda önerilemez.
Bir kişiyi belirli bir eylemi gerçekleştirmeye iten nedenlerin, koşulların ve seçimlerin kesin etkileşimini açıklayamayız ancak bağlam sağlayabiliriz.
Marx, insanların "kendi tarihlerini kendilerinin yaptığını, ancak bunu kendi istedikleri gibi yapmadıklarını; kendi seçtikleri koşullar altında değil, halihazırda var olan, geçmişten gelen ve verili koşullar altında yaptıklarını" söyledi.
Marx'ın anlayışı, cinsiyete özgü diline rağmen, insanların birbirleriyle etkileşimde olduklarına ve etraflarındaki dünyayı şekillendirdiklerine ama aynı zamanda bireylerin, içinde bulundukları koşullardan bağımsız olarak iradelerini ortaya koyamayacaklarına işaret etmekti.
Sosyolog Elliot Leyton tarafından 1980'lerde bireysel katliamcılara ilişkin ilk ciddi çalışma şu iddiayı öne sürüyordu: "Bu insanlar dahi değil; onlar şeytani, öfkeli moronlar." Ama aynı zamanda tehdit altındaki sınıf konumlarını savunan insanların birden fazla katil ürettiğine dair bir teori sunmaya da çalıştı.
Feodal dönem, lordların ve kralların köylü sınıfının emeğiyle geçindiği şiddetli eşitsizlik sisteminin ürünü olan toplu katliamlarla doluydu.
İsyan dönemlerinde hakimiyetlerini öldürerek savundular. Bu koşullar köylüleri kurban olarak avlayan aristokrat katliamcıları doğurdu. Leyton'un örneklerinden biri 15. yüzyıl Fransız Baronu Gilles de Rais'tir.
O, "141 ile 800 arasında köylü çocuğu öldürdü. Kendi sınıfının yaygın, baskıcı saldırısının kişiselleşmiş bir ifadesiydi".
Sanayi dönemlerine dönersek Leyton şunu savundu: "Yeni muzaffer burjuvaziye hizmet etmesi için yaratılan sınıftan orta sınıf görevliler -doktorlar, öğretmenler, profesörler, memurlar alt tabakanın üyelerini, özellikle de fahişeleri ve hizmetçileri avladılar."
Bu her şeyi açıklamıyor ve tarihte boşluklar var.
Leyton, modern zamanlarda istikrarsız bir işçi sınıfının, çoğunlukla ezilenleri ve zayıfları öldüren katiller üretme şeklini hafife almıştı. Troçki'nin işaret ettiği gibi, kim bir çocuktan daha zayıf olabilir ki?
Ancak medyanın ve hukuki yaklaşımın insanlara "deli", "kötü" ya da her ikisi birden muamelesi ile karşılaştırıldığında bu, bilgeliğin başlangıcına işaret ediyor.
Kapitalizme doğal olarak uyum sağlamak şöyle dursun, çoğu insan kapitalizm tarafından hırpalanıyor ya da kırılıyor. Sistem onları doğrudan öldürmezse, fiziksel ve zihinsel gelişimlerini sekteye uğratıyor. Zekaları ihmal ediliyor, sanatsal yetenekleri keşfedilmiyor veya takdir edilmiyor.
Ve insana özgü, yaratıcı, toplumsal açıdan yararlı işlere girişme kapasitesi, yalnızca kapitalistin ödeyeceği değerde bir metaya indirgeniyor.
Marx'ın "çağların çamuru" olarak adlandırdığı ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, rekabetçilik, uyumluluk, pasiflik, güvensizlik gibi, kapitalistlerin kitleleri bölmek, zayıflatmak ve azınlık olarak iktidardaki gücünü korumak için ihtiyaç duyduğu tüm bu fikirlerin içinde boğuluyoruz.
“Daha iyilerimizin” kararlarını veya performanslarını pasif bir şekilde izlemeye indirgenmiş durumdayız. Sıradan insanlara, kendi yaşamlarımızda değişimin aracısı olamayacağımıza inanmaları öğretiliyor.
Toplumun ve aslında tarihin harika bireyler, genellikle beyaz adamlar tarafından yapıldığı fikri bombardımanına tutuluyoruz. Dolayısıyla "başarısızlığın" zayıf bireysel seçimlerden kaynaklandığı veya daha da kötüsü, doğal olduğu söyleniyor.
Ancak örneğin cinsel şiddet, erkeklerin doğuştan kadın düşmanı olmasının değil, kadınlara meta ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılan, cinselliğin yabancılaştırıldığı bir dünyada yaşamamızın bir sonucudur.
Ekonomik kriz, baskı, yoksulluk ve işsizlik kapitalist toplumun, hiçbir bireyin tek başına değiştiremeyeceği özellikleridir.
Şiddete ve hırsızlığa dayalı bir toplumda yaşamanın ve bu durumun bireylerin kendileri hakkındaki görüşlerini nasıl şekillendirdiğinin yanı sıra çatışma ve hayal kırıklığıyla başa çıkma biçimlerine birçok etkisi vardır.
Troçki'nin yazdığı gibi, “Benzer koşullardaki benzer (tabii ki aynı olmaktan uzak) rahatsızlıklar benzer refleksleri ortaya çıkarır- öfke ne kadar güçlüyse, kişisel özelliklerin üstesinden o kadar çabuk gelinir”.
"İnsanlar gıdıklanmaya farklı tepki verirler ama kızgın demire aynı şekilde tepki verirler. Nasıl ki bir buhar çekici bir küreyi ve bir küpü metal levhaya dönüştürüyorsa, çok büyük ve amansız olayların darbesi altında da dirençler kırılır ve 'bireyselliğin' sınırları kaybolur.”
Artık toplumdaki öfke, sömürü ve yabancılaşma, insanların çekişmesine neden oluyor. Bu, hepsi olumlu olmasa da, çeşitli şekillerde kendini gösteriyor.
Kötü şeyleri açıklamaya çalışmak, onları haklı çıkarmak anlamına gelmez. Toplumda bir grubun diğerine hakim olmasına ve baskı yapmasına yol açabilecek her türlü bölünme vardır.
Her ordu rutin ve bürokratik katiller üretmeyi umar. Ancak bunun için gereken çabaya bakıldığında doğal olmadığı görülüyor. Hannah Arendt'in kötülüğün sıradanlığı olarak adlandırdığı şey sistemin içine yerleşmiş durumda. Bunun bedeli, savaşın kurbanları ve çoğunlukla, daha sonra askerlerin kendileri üzerindeki etkileridir.
Bu sistemin varlığını korumak için kurulan kurumlar, ölümü ve yıkımı en üst düzeye çıkarmak, normalleştirmek anlayışıyla yapılandırıldığından, toplumdan benzer bir yola giren bireyler çıkması şaşırtıcı değildir.
Neyin kötü olduğuna dair hakim fikirlerin ikiyüzlülüğünün yanı sıra, "iyi" olmanın ne olduğuna dair de bir dizi kuralımız var. Ahlaki kavramlar sosyal ürünlerdir. Toplumun işlemeye devam etmesi için insanların nasıl davranması gerektiğine dair bir görüş ileri sürerler.
Herkese net faydalar sağlayan istikrarlı, adil bir toplumda yaşasaydık, neyin "iyi" olduğu açık ve net olurdu.
Sosyalist bir toplumda “iyi”, kolektife fayda sağlayan eylemler anlamına gelir. Ancak sınıflı toplumlarda çelişkiler ve çatışmalar nedeniyle neyin “iyi” olduğuna dair çelişkili kavramlar gelişir.
Mevcut toplumu korumak için mücadele eden bir sınıf, toplumu ayakta tutmak için neyin gerekli olduğuna dair bir dizi düşünceye sahiptir ve buna karşılık gelen ahlaki kavramları insanlara empoze etmeye çalışır.
Yaydığı değerleri toplumun bütünü için gerekli değerler olarak, kendisi için iyi olanı mutlaka “iyi” olarak göstermek zorundadır. Örneğin Hıristiyanlık , insanların “kötü” olarak doğduğunu öğretiyordu.
Bu, hem kilisenin onlara öbür dünyada kurtuluş getirme gücünü, hem de devletin onları bu hayatta düzende tutma gücünü haklı çıkarıyordu.
Ve "iyi" davranışa ilişkin fikirler yönetici sınıfın yararına göre şekillendiğinden, bu ahlak kuralları genellikle işçi sınıfından insanlara empoze edilirken, tepedekiler istediklerini yaparlar.
Buna karşılık, ihtiyaçlarının karşılanmadığını hisseden ve toplumun farklı bir temelde değişmesi için baskı yapan bir sınıf, ahlaki kavramlara dair farklı yorumlar geliştirmeye başlar. Bu nedenle feodalizmin yerini kapitalizm alırken ahlaki değerlerde bir değişim yaşandı.
Kapitalizmle birlikte, yalnızca çoğunluğun sömürülmesine dayanmayan, aynı zamanda herkesin ve onunla birlikte gezegenin de varlığını tehdit eden bir üretim tarzı aşamasındayız.
Bu, toplumun işleyişini engelleyen bu düzeni koruyan aynı ahlakın, kitlesel ölçekte tekrarlanan barbarlığı meşrulaştırması ve yerel düzeyde yeniden üretmesi anlamına geliyor.
Her türlü kritere göre bu, “kötü”dür. Bu sistem altında sömürülenlerin mücadeleleriyse, tam tersine, dayanışma, paylaşım ve eşitlikçilik kavramlarını öne çıkarıyor.
Bu kavramlar çıkış yolunun temelini oluşturuyor ve bu, en azından iyi bir şey.
Simon Basketter
(Socialist Worker, Çeviri: Ali Baydaş)