“Şimdiki devlet, gelişen emekçi sınıfı temsil etmiyor. Bu devlet, kapitalist toplumu temsil ediyor. Şimdiki devlet bir sınıf devletidir…Reform ve devrim, tarih büfesinden sıcak veya soğuk yemekler seçermiş gibi keyfimize göre seçebileceğimiz, farklı tarihsel ilerleme yöntemleri değildir… Reform çalışmalarını uzun süren bir devrim ve devrimi de yoğunlaştırılmış reformlar dizisi olarak sunmak, tarihe ters düşer…Bunun içindir ki siyasal iktidarın ele geçirilmesi ve sosyal devrimin tersine ve onun yerine yasama reformu yönteminden yana olduklarını söyleyenler, gerçekte aynı amaca yönelmiş daha huzurlu, sakin ve yavaş bir yol seçmiş olmazlar; farklı bir amaç seçmiş olurlar…Programımız sosyalizmi gerçekleştirmek değil, kapitalizmin reformu olur.”
Rosa Luxemburg’un 100 yıldan uzun süre önce dile getirdiği bu görüşler bugün tümüyle güncel. 1990’lı yıllardan beri çeşitli biçimlerde ilerleyen ve döngüler halinde kapitalizmi, şirketleri, diktatörlükleri hedefleyen hareketler her seferinde mücadelenin bir aşamasında, devlet, seçimler, reformlar, devrim ve hareket içerisinde işçi sınıfının rolü tartışmaları ile belirlenmek zorunda kalıyor.
Tartışmalar her seferinde milyonlarca işçinin katıldığı genel grevler de olsa on milyonlarca insanın bir araya geldiği ve grevler tarafından desteklenen meydan işgalleri şeklini de alsa daima devlet sorunu ile yüzleşmek zorunda kalıyor.
Eylemlerin bir aşamasında ordunun rolü hareket içerisindeki grupların ve aktivistlerin siyaseti kavrayışlarına göre değişik şekillerde ele alınıyor. Bu tartışma sadece son 30 yılın meydan okuyan eylemlerinin değil, antikapitalist hareketten Arap Baharına, Arap Baharından ABD’deki ırkçılık karşıtı gösterilere, buradan diktatörlere meydan okuyan, askeri darbelere direnen eylemlere kadar son dönemin güncel tartışması olarak görülmemeli. 20. yüzyıl boyunca da mücadele içinde devletin nasıl ele alınacağı tartışmaları yapıldı. Bugün bütün mücadeleler de acil bir tartışma olarak gündeme geliyor aynı sorun. Yokoluş İsyanı iklim krizine karşı acil eylem durumu ilan ederken bir yandan da bu tartışmayı yani devletin baskı mekanizmasının nasıl aşılacağı tartışmasına kendince bir yanıt vermiş oluyor. Şimdi bu tartışma Fransa’daki direnişlerle, İran’da geçen yılın sonlarında başlayan kadınların başını çektiği büyük isyan dalgası ile yeniden gündemde.
Fransa direniyor
Fransa’da Macron’un emeklilik yaşını yükseltme girişimine, bu girişimin parlamentoyu pas geçerek yapılmasına karşı milyonlarca işçiyi kapsayan, gençlerin işçilerle omuz omuza durduğu eylemler Fransa’yı kısa sürede politik bir krizin içerisini yuvarladı. Grev ve gösteriler devletin çok sert bir şiddet mekanizması ile yanıt verdiği eylemler halini aldı. İşçiler sonuçta başarı kazanamamış gibi görünse ve Macron yasayı geçirmiş olsa da Fransa’da siyasi iktidar egemen sınıfın bazı kesimleri tarafından bile tartışılır bir hal aldı.
Fransa da işçi sınıfının işçi ve öğrenci gençlerle beraber milyonları harekete geçirmesi ve hareketler içinde çok büyük dayanışma örneklerinin yaşanması Avrupa çapında sık sık gücü, potansiyelleri ve hareket kabiliyeti tartışılan işçi sınıfının gündemi belirleyen temel toplumsal güç olduğunu gösterdi. Fransa’dan gelen haberler işçilerin eylem dalgasının göçmenlere yönelik ayrımcı yasalar çıkartmayı hedefleyen iktidara karşı mücadele etmek isteyen ırkçılık karşıtlarına da çok büyük bir cesaret verdiği yönünde.
İşçi sınıfının grev silahı
Önümüzdeki dönemde protesto grevlerinin iktidarın saldırılarını püskürtmek için ciddi bir harekete geçirme etkisi olsa da hakların kalıcı bir şekilde kazanılması ve iktidarın saldırılarının bir daha gündeme getirilmemek üzeri püskürtülmesi açısından kazanana kadar bir grev tartışmasını sendikaların tabanında ve işçi sınıfının saflarında önemli bir tartışma haline getirdi.
Fransa’da işçilerin neredeyse her hafta milyonlar halinde sokağa çıkıp devlet karşısında geri adım atmayan hareketi emin olmak gerekiyor ki dünyanın bütün ezilenlerine ilham veren bir mücadele oldu. Hem Fransa’da önümüzdeki dönemde hem de dünyanın çeşitli yerlerinde bu mücadelenin etkilerini, bu mücadelelerden ezilenlerin neler öğrendiğini hep birlikte göreceğiz.
Sınıf devleti
Fransa’da polis plastik mermi, eylemcilerin parmaklarının kopması ile sürdürdüğü şiddet dalgasını, gözlatında kötü muamele, eylemlerden sonra müslümanların ve azınlıkların yaşadığı mahallelerde terör estirerek, tutukluluk sürelerinde kurallara uymayarak, aşırı güç kullananarak, gaz bombasına yüklenerek sürdürdü. Rosa Lüxemburg’un vurguladığı gibi çağdaş devletin bir sınıf devleti olduğunu net bir şekilde gösterdi.
Sonuçta yasa çalışan insanların iki yıl daha fazla çalışıp emekli olmasını geiriyor, iki yıl daha fazla işçilerin sömürülmesini hedefleyen bu yasayı devlet işçi sınıfına saldırarak, gaz bombası atarak, tutuklayarak, hayata geçiriyor. Bu, devlet makinesinin ne anlama geldiğini hem de uygar Avrupa’nın göbeğinde gösteren çok çarpıcı bir örnek. Bütün devletler, eğer işçi sınıfının aşağıdan yukarı öz yönetim organlarına dayanmıyorsa, başka bir deyişle azınlığın çoğunluğu yönetmesinin karmaşık mekanizmaları olarak işleyen bir örgütse kitle eylemlerini dizginleyemeyeceğinii düşündüğü her seferinde şiddeti gündeme getirir.
Bu açıdan devletlerin şiddet şov yaptığı dönemlerde sosyalistlerin devletin doğasını, kimin için çalışan bir komite olduğunu, hangi sınıfın aracı olduğunu, parlamenter mekanizmalarla bu aracın ezilenler lehine düzenlenebilip düzenlenemeyeceğini ve giderik seçimlerde çoğunluk kazanarak parlamento ile kapitalizmin aşılıp açılmayacağını tartışmak açısından çok önemli bir fırsat.
Sokak, parlamento ilişkisi
Bu yüzden parlementer mücadeleyi küçümsemeden ama ancak ezilenlerin genel direnişine yardımcı olmak üzeri kapitalizmin tüm ikiyüzlülükleri ve vahşetini teşhir edecek bir platform olarak kullanılması anlamında parlamentoyu ciddiye alabiliriz. Meclisi, işçi sınıfı ve ezilenlerin aşağıdan mücadelesinin sözcülerinin yer almasında fayda bulunan bir platform olarak ele almanın tek koşulu bu.
Türkiye’deki son tartışmalar ya parlamenter mücadeleyi, parlamentoda görünür olmayı küçümseyen bir ton kazanıyor ya da parlamenter mücadeleyi, parlementoda olmayı, oradan yüksek sesle yapılan konuşmaları, çok önemli, giderek ezilenlerin gündelik yaşantısında örülen mücadelelerden daha belirleyici bir platform olarak ele alıyor. Bu yüzden içimizden geçen çok açık ki, “bay bay Erdoğan, kimse seni özlemeyecek” sözüdür. Ama bu söz seçimlerden sonra Türkiye’deki bütün ezilenleri kıran kırana bir mücadelenin beklediği gerçeğini gölgelemek için kullanılmamalıdır. Seçimler bitecek sokakta mücadele başlayacak.
Şenol Karakaş
(Sosyalist İşçi)