Rosa’nın devrimci mirası: Gelecek her yerde bolşevizmin!

26.01.2022 - 12:19
Haberi paylaş

Zilan Akbulut ve Ozan Tekin, Marksist geleneğin en önemli teorisyen ve aktivistlerinden ve Ocak 1919’da savaş yanlısı sosyal demokratlar ve sağcılar tarafından katledilen Rosa Luxemburg’un mücadele mirasını inceliyor.

Rosa Luxemburg, 1871’de Polonya’da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Çok genç yaşlarından itibaren devrimci mücadeleye atıldı ve bütün ömrünü işçi hareketinin içerisinde aşağıdan sosyalizm geleneğini savunan bir aktivist olarak geçirdi.

Çocukluğunda yaşadığı bir hastalık nedeniyle topal kalmış ve bir yıl yatağa mahkûm olmuştu. Ancak hayatı ilerledikçe başka trajedileri keşfetti. Cinsiyetçiliğin bugüne göre çok daha egemen olduğu bir dünyada kadındı. Aynı zamanda ezilen bir ulusun mensubu olarak Polonya’da büyüdü. Ayrıca envai çeşit komplo teorilerinin ve antisemitizmin doğduğu bir dönemde Yahudi bir sosyalistti. 

Gençlik yıllarında Polonya’daki siyasi hareketlerin içinde yer aldı. Burada ezilen ulus mücadelesi içerisindeki milliyetçiliği eleştiriyor ve enternasyonalizmin, işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı yönündeki marksist görüşün bayrağını yükseltiyordu.

Daha sonra önce İsviçre’ye, sonra Almanya’ya geçti. Burada dönemin en büyük sosyalist partisi olan Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) bir üyesi oldu. Etkileyici konuşmaları ve örgütlenme gücüyle kısa sürede öne çıktı. Şehir şehir gezerek konuşmalar yaptı, işçi hareketini örgütlemeye çalıştı.

Partinin liderliğinin reformist ve savaş yanlısı eğilimlerine karşı verdiği mücadelenin bedelini sonunda canıyla ödedi. 1918’de Alman Devrimi patlak verdiğinde, bunu her ne kadar erken bir ayaklanma olarak görse de, hareketin içinde yer aldı ve işçilerin iktidarı için mücadele etti. 1905’de Rusya’da gerçekleşen devrimde işçilerin rolü onu çok etkilemişti. Sosyalizm parlamento yoluyla değil, işçilerin aşağıdan eyleminin ve örgütlenmesinin ürünü olarak gerçekleşebilirdi.

Örgütlenme

Rosa’nın örgütlenme ve parti fikrine karşı “kendiliğindenci” olduğu iddia edilir. Oysa o, işçi sınıfının kendiliğinden gelişen hareketlerinin taşıdığı muazzam potansiyele her marksist gibi büyük önem atfetmekle birlikte, bunun ancak öncü işçileri birleştiren bir ağ yoluyla zafere ulaşacağından emindi. SPD’den kopmakta geç kalmıştı; fakat yine de ilerleyen yıllarda böylesi bir çabanın ürünü olarak Spartaküsler Birliği’ni kurdu. Rosa’ya göre sosyalizmin gelmesi “bizim bilinçli müdahalemiz, işçi sınıfının siyasi mücadelesi” olmadan mümkün değildi.

1918 Alman Devrimi, özgür bir dünyanın kapılarını açan, yalnız bırakılmaması gereken Ekim Devrimi’nin imdadına yetişecekti. Ancak beş yıllık işçi ayaklanmalarının sonunda devrim yenildi. İşçilere önderlik edecek yeterince deneyimli ve kitlesel bir devrimci parti inşa edilemediği için, ayaklanmanın bir aşamasında işçi konseyleri iktidarı SPD’ye teslim etti. Bu reformist parti ise eski generallerle birlikte Freikorps adı verilen paramiliter çetelerı kurdu. Rosa’yı katleden bu örgütlenmeydi.

Rosa’nın Bolşeviklere eleştirileri vardı. Örneğin Kurucu Meclis’i kapatmalarına karşıydı. Fakat Alman Devrimi’nin deneyimleri ona tam aksini gösterdi. Almanya’da reformistler bir Ulusal Meclis’in toplumu yönetmesi fikrini savunuyorlardı. Rosa bunun “devrimci proletaryaya karşı kurulmuş karşıdevrimci bir kale” olduğunu dile getiriyordu.

Daha önce ise Ekim Devrimi’ni “uluslararası sosyalizmin onurunun kurtuluşu” olarak selamlamıştı. Zira Rosa dünya savaşına karşı da Bolşeviklerle birlikte proletarya enternasyonalizmini savunmuştu.

Rosa bu görkemli devrimle ilgili şunları söylerken Lenin, Troçki ve arkadaşlarının hakkını teslim ediyordu: “Bolşevikler siyasal iktidarı fethetmek, sosyalizmin gerçekleştirilmesini pratik bir sorun olarak koymak ve bütün dünyada emekle sermaye arasındaki hesabın görülmesi davasını ilerletmek yoluyla uluslararası proletaryanın başını çekerek ölümsüz bir tarihsel hizmette bulundular. Rusya’da sorun sadece ortaya konabilirdi. Rusya’da çözülemezdi. Ve bu anlamda gelecek her yerde ‘Bolşevizme’ aittir.”

Ya sosyalizm ya barbarlık

Devrimin Kızıl Rosa’sı, Tony Cliff’in deyimiyle devrimci sosyalizm geleneğinin omuzlarında yükseldiği devlerden biri. Onun enternasyonalizmi, savaş karşıtlığı, işçi sınıfının kendi eylemliliğini merkeze koyup bu doğrultuda örgütlenmek gerektiğini gösteren mücadelesi, bizim bugün hâlâ örnek almamız gereken tutumları.

Kapitalizmin gelişiminin bir sonucu olan emperyalizme karşı çıkan Luxemburg, onun dünyayı götürdüğü kaçınılmaz yıkımı görerek “Ya sosyalizm ya barbarlık” diyordu. Milyonların öldüğü savaş ve arkasından yükselen faşizm, onu haklı çıkardı.

Oysa başka bir seçenek mümkündü. Rosa bunu biliyor ve tüm dünyaya ilan ediyordu:

“(…) ‘Berlin’de asayiş sağlandı!’ Ey kör zalimler! Sizin ‘düzeniniz’ kumdan zemin üzerine kurulu. Devrim daha yarın gümbürtüyle ayağa kalkacak yeniden ve yüreklerinize korku salan borazanlarla ilan edecek: Vardım, varım, var olacağım!”

Rosa’nın mirası bugünün sosyalist aktivistlerine ışık tutmaya devam ediyor.

---

Reformizme karşı devrim!

Rosa, 1890’ların sonuna doğru İkinci Enternasyonal’in en önde gelen partisi Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne (SPD) girdikten birkaç ay sonra parti içerisinde reformist eğilimlerin yeşermeye başladığını fark etti ve parti liderlerinden Eduard Bernstein ile reformizm üzerine bir polemiğe girişti. Bu fikirlerin geliştiği dönemde ise Avrupa’da eşi görülmemiş ekonomik bir büyüme yaşandı ve bu refahın geliştiği, işçi hareketinin görece konumunu iyileştirmesinin mümkün olabildiği bir dönemdi. Bu gelişmelerin ışığında SPD de parlamentoda giderek daha fazla temsil edilmeye başladı. Zamanla parti içerisinde de devrim fikrinden uzaklaşılmaya, aşama aşama gelişmeciliğe doğru eğilim oluşmaya başladı. Bernstein ise tam da bu dönem Marksist teorinin öngördüğünün aksine kapitalizmin olgunlaşması ile kendi çelişkilerinin üstesinden geldiğini, bu yüzden SPD’nin demokratik yapıya sahip bir toplumsal reform partisi olabileceğini ve işçi sınıfının artık kapitalizmi yıkmasına gerek olmadığını söylüyordu. Rosa bunun üzerine “Sosyal Reform mu Devrim mi?” başlıklı bir yazı yazarak aksini savundu. Rosa’ya göre kapitalizm bir istikrar dönemi yaşasa da bu uzun süremezdi. Ona göre krizler yalnızca basit bir aksaklıktan çok daha fazlasıydı. Çünkü her daim genişlemeye, sürekli rekabete ve büyümeye dayalı bir sistemin krize girmemesi imkansızdı ve bu krizin faturası işçilere ödetilecekti. Sistemi ehlileştirmek mümkün değildi, onu tamamen ortadan kaldırmak gerekiyordu. Bu sebeple sosyalizm yalnızca güzel bir seçenekten ziyade insanlık için bir zorunluluktu. Rosa’ya göre herkes için düzgün bir yaşam standardı kurmak yalnızca sosyalizmle mümkündü. Rosa kendi deyimiyle tek başına yeterli olmasa bile reformları devrime giden bir köprü olarak görüyordu.

(Sosyalist İşçi)

Bültene kayıt ol