Ekim devrimi ve leninizmin laneti

21.04.2020 - 15:44
Haberi paylaş

Doğu Bloku rejimleri 1989 yılında peşi sıra devrilirken Stalin heykelleriyle birlikte Lenin heykelleri de yıkıldı. Milyonlarca insan stalinizmle, Stalin döneminin emperyal ve baskıcı politikalarıyla Lenin’i özdeşleştirdiği için, kurtulmak istedikleri rejimin simgesi olarak gördükleri için yıktılar Lenin heykellerini. 

Heykeller Lenin’in umurunda olmazdı muhtemelen. Ama baskıcı bir rejimin simgesi olarak görülmeyi, tüm mücadele tarihine yapılacak en berbat aşağılama olarak değerlendirirdi diyebiliriz. Aynı şekilde, 1917 Ekim devriminin de tek parti diktatörlüğüyle idare edilen bir zorbalık rejimiyle ilişkilendirilmesi, leninizmin üzerine yapışan bir lanet.

Bu, gerçeklikle alakası olmayan bir suçlama ve leninizmi en başından beri diktatörce eğilimler barındıran bir düşünce ve eylem birliği olmakla suçlayan bir geleneğin, Doğu Bloku’nun çöküşünü kendi çöküşü olarak gören, yıkılan duvarın altında kalmalarının baş sorumlusu olarak Lenin’i gören, Ekim devrimini suçlayan solun yaygarası oldukça etkili. “Yaygara” dememin bir sebebi var.

Şubat devrimi

Öncelikle, “tarihin sıçrama noktaları” olan yaygın kamusal olaylar bireyler tarafından değil, toplumsal sınıfların açık seçik, kaba saba süren kavgasıyla belirlenir. Ekim devrimini bir partinin kararnamesinin sonucu, Lenin’e bağlı parti militanlarının çelik disiplininin siyasî ürünü olarak görenler, ne dünya savaşının etkisini, ne yaşanan ölüm, kıtlık ve hastalıktan kaynaklı yıkıma yoksul halk yığınlarının verdiği tepkiyi, ne de özellikle Rusya’nın iki büyük şehrinde bu tepkiyi ekonomik ve siyasî olarak örgütleme yeteneğini gösteren “sıradan işçilerin” bilincindeki sıçramaları kavrayabiliyor.

1917’de, Şubat devrimini kim yaptı? Yanıta hiç kimse itiraz etmiyordur: Köylülüğün desteklediği Rus işçileri. Bu devrime Bolşevik işçiler elbette ellerinden geldiğince liderlik etti, ama Bolşevik Partisi liderlik etmed, edemedi. Bolşevikler, işçilerin devrim organlarında, Sovyet adını alan işçi meclislerinde küçük bir azınlıktı. Şubat devrimi, savaşa ve yoksulluğa öfke duyan milyonlarca işçi, köylü ve askerin doğrudan kendi eyleminin ürünüydü. Devrim, savaşın son bulması, kıtlığın sona ermesi ve Çarlık rejiminin yıkılması için biriken kızgınlığın, işçilerin ve topraksız köylülerin insanlık dışı koşullara duyduğu isyanın açığa çıkması ve çığ haline gelmesiydi. İşte, Şubat ayında, bu adalet arayışının ilk adımının atan ve Çarlık rejimini deviren işçilerin ve askerlerin temsilcileri arasında küçük bir azınlık olan Lenin ve yoldaşlarının partisi, altı ay içinde işçilerin çoğunluğunun desteğini kazandı. 

Bolşeviklerin toplumsal devrimin taşıyıcısı olan kitleler içinde çoğunluğu kazanmasının tek nedeni, leninizmin, adalet arayışının sürekliliğini savunan tek siyasî gelenek olduğunu devrimin altı aylık çalkantılı evresinin her gününde kanıtlamış olmasıdır. Şubat’tan Ekim’e giden yol, Bolşevik Partisi dışındaki diğer sol partilerin işçilerin devrimci taleplerine arkasını döndüğü, işçiler tarafından sınandığı ve sınıfta kaldığı, sadece ve esas olarak Bolşevik işçilerin adalet arayışının sürekliliğini savunan gelenek olduğunu kanıtladığı bir dönem oldu. Çarlık rejimi yıkıldıktan sonra kurulan hükümet, bu hükümete destek olan Menşevik ve popülist sol partiler ne savaşa karşı ne yoksulluğa karşı bir tutum aldı ne de toprak reformu konusunda işçilerin ve yoksul köylülüğün taleplerine destek verdi.

Lenin, Şubat devriminin ardından sürgünden Rusya’ya döndüğünde uzlaşmaz bir şekilde Geçici Hükümet’e karşı çıkar, işçiler ve yoksullarla burjuvaların, barış isteyenlerle savaş isteyenlerin aynı iktidarı paylaşamayacağını savunur ve savaşa nihaî olarak son verecek olanın işçilerin, yoksul köylülerin ve ordunun tabanında en çok ezilen ve kayıp veren askerlerin kendi iktidarını ilan etmesi olduğunu anlatır. Lenin’in Bolşevik Partisi’ne çarpıcı müdahalesinin özü budur. Lenin, bu talepler için ayaklanan işçilerin mücadele düzeyinin gerisinde kalan partiyi bu düzeye çekmiş ve kitlesel bir işçi partisi olan Bolşevik Partisi’ni mücadele eden işçi kitlelerinin siyasî hedeflerini ortak bir eylem platformunda birleştirmesi için hazırlamıştır.

Tahrir Meydanı’nın ruhu

Ekim 1917’de ya bir işçi devrimi olacaktı ya da tek tek alındığında pek sevimli insanlar olsalar da bir sınıf olarak insanları ve gezegeni öldürmenin kitabını yazan burjuvaların devrimden bir ay önce kalkıştığı askerî darbenin, daha kendisine güvenli, daha vahşi bir yeniden çevrimi yaşanacaktı. 1919-1923 Alman devriminin yenilgisi, askerî darbenin püskürtülmesinden sonra devrimin başarıya ulaşamamasının Hitler diktatörlüğüyle cezalandırıldığını, sadece Alman işçi sınıfının değil tüm insanlığın korkunç bir bedel ödediğini bir kez daha kanıtladı. İnanmayanlar, 2011’in Mısır’ına ya da 2019’un Sudan ve Cezayir’ine bakabilir. 

Ekim ayında işçilerin zaferinden sonra yaşananlar, stalinizmin devrimin doğrudan ürünü olduğunu düşünenlerin anlattığı basitlikte yaşanmadı. Devrimin gerçekleştikten sonraki açmazı, “tek ülkede sosyalizm olur mu?” tartışması tarafından belirlendi. Leninizmi Rus despotizminin, Rus milliyetçiliğinin bir biçimiyle Marksist teorinin büyük dönüşüm hayalini aşılayan ütopik karakterinin garip bir evliliği olarak tanımlayanlar, Rus işçi sınıfının dünyaya nasıl bir ilham verip aldığını, Leninizmin bu ilhamla belirlenen somut sınıf ilişkilerine kuvvetli bir teorik çerçeve çizen enternasyonalist içeriğini asla anlayamayacak. 

Bunu, ısrarla anlatmak gerek. Arap devrimlerini anlamak için, Tahrir Meydanı’nın ruhunu kavramak için, “Öfkeliler” hareketini, Yunanistan’daki işçi hareketini, “Wall Street’i işgal et” kampanyasını, Fransa’nın Mali’yi işgalini, sürekli artan askerî yatırımları, 2008 krizini anlamak için, 2019 yılında tüm dünyayı etkisi altına alan küresel intifadayı anlamak için Leninizm’den, onun sorunu önce dünya çapında ortaya koyan ve çelişkileri dünya işçi sınıfı lehine devrimci bir yöntemle çözmeyi amaçlayan enternasyonalist bakış açısından öğrenmek zorundayız.

Rus devrimi, ezilenlerin dünya çapında kurtuluşu, siyasî iktidarı kendi ellerinde toparlaması yönünde atılan ilk adım, sosyalist devrimin dünya sahnesine açılan ilk kapı aralığıydı. Ne Lenin, ne 1917’nin Bolşevikleri, ne de 1917’den 1936’ya kadar çeşitli kıtalarda ayaklanan işçilerin saflarında mücadele eden Marksistler başka bir görüşe sahip olabilirdi. Devrimden hemen sonra  “Alman devrimi imdadımıza yetişmezse mahvoluruz”, “Alman devrimi için gerekirse kendimizi feda ederiz” diyen Lenin, klasik Marksist geleneğin bir sürdürücüsü olarak, tek bir ülkede bir işçi devriminin gerçekleşebileceğini ama toplumun sosyalist dönüşümünün ancak o devrimin diğer ülkelerdeki devrimlerle desteklenmesi halinde tamamlanabileceğini savunuyordu.

Zira, tek ülkede kapitalizmin hayali bile imkânsızken, tek ülkede sınıfsal, cinsiyetçi tüm ayrımların sönümlendiği bir toplumsal örgütlenme olamaz. Dünya pazarının, siyasetinin ve askerî rekabetinin tek tek ülke ekonomilerini, siyasetini ve özgürlük düzeylerini belirleyen organik yapısı, kapitalizmin küresel zincirinin tek bir ülkede tümüyle parçalanmasına engel olur.

Özgürlükler dünyasına aralanan kapı

Rusya’da da olan bu. Rusya devrimden hemen sonra işgal edildi, 16 ülke bu işgale katıldı. Devrimlerini savunan işçi ve köylüler öldü. Devrimin işçi temeli yok oldu. İşte Stalin bu temel üzerinde yükseldi.

Lenin’in fikirlerinin ve örgütlenme anlayışının Stalinizm’e, yani apaçık bir diktatörlüğe dönüşmeye uygun bir öze sahip olduğunu iddia etmek, devrimin toplumsal içeriğinin küçümsenmesi anlamına geliyor.

Devrimden yaklaşık yirmi yıl önce başlayan partileşme sürecinin ürünü olarak şekillenen Bolşevik Partisi’nin, diktatörce eğilimlerle dolu olduğu yönündeki fikir, Lenin ve Stalin arasında otomatik bir bağlantı kurmak isteyenler tarafından üretilmiştir.

Bolşevik Parti, sınıf mücadelesi tarihinde ortaya çıkan en demokratik partidir ve devrimin yenilmesinin aygıtı haline gelen Stalinist Komünist Partisi’yle hiçbir ilgisi yoktur. Stalinist Komünist Partisi, Ekim devriminin yıktığı devlet aygıtının yeni bir biçim altında yeniden örgütlenmesidir. Bir azınlık sınıf diktatörlüğünün tüm yönleriyle uygulanmasını garanti altına alan, Rusya’da işçi iktidarının, ezilenlerin tüm kazanımlarını yok eden bir azınlık sınıfın baskı aracıdır.

Genellikle partisiz mücadeleyi savunanlar, uzun tüzük ve program tartışmalarına boğulup politik ortalamacılığı net politikalara ulaşmak için yapılması gereken canlı tartışmaların yerine ikame edenler, egemen sınıfın fikirleriyle tavizsiz tartışan aktivislerin partisi yerine ancak bürokratik kurul kararlarıyla hareket eden bir aygıtı demokratik sananlar, Bolşevik Parti geleneğini tarihin çöplüğüne yollamak için çok hızlı davranıyor. Sovyet örgütlenmesi 1905 yılında yepyeni bir hareketin ifadesi olarak ortaya çıktığında, bu öz yönetim organının sınıf mücadelesinde oynayacağı benzersiz rolü ilk kavrayanlar Lenin ve Bolşevikler oldu. Bolşevik Partisi’nin en önemli ve hiç eskimeyecek yanı, hareketten öğrenme kanallarını açık tutan sürekli tartışma, sürekli aktivizm ve eylem birliğine yönelen demokratik özüdür. 

Ancak devrimi de diktatörlüğü de sınıfsal tabanından bağımsız olarak ele alanlar, Ekim devriminin özgürlükler dünyasına araladığı kapıyla bu kapıyı tüm ezilen sınıfların suratına şiddetle kapatan Stalin dönemi diktatörlüğünü karıştırabilir.

Şenol Karakaş

Bültene kayıt ol