Eko-otoriterlik değil eko-sosyalizm

03.04.2020 - 12:23
Haberi paylaş

İklim krizi giderek derinleşiyor. Sadece son birkaç ayda yaşadıklarımız bile krizin boyutlarını gözler önüne seriyor. 

Temmuz ayı tarihin en sıcak ayı olarak rekor kırdı, Ağustos ayı buzulların rekor seviyede erimesine şahit oldu, Eylül’de Amazonlar ve Afrika yağmur ormanlarında haftalarca süren dev yangınlar yaşandı.

Kriz derinleştikçe iklim ve ekoloji aktivistleri arasında durumun aciliyeti nedeniyle çeşitli çözüm yöntemleri tartışılır oldu. Tartışılan yöntemlerin hiçbiri yeni değil, ama krizin boyutu arttıkça daha da önemli konular hâline geliyorlar. Bu tartışma alanlarından bir tanesi eko-otoriterlik. Yani demokratik olmayan, hatta demokrasinin kendisini sorun olarak gören teoriler. Tabii, burada demokrasiden ne anlaşıldığı önemli, ancak bu konuya girmeden önce eko-otoriterliğin neyi savunduğuna dair birkaç örnek vermek iyi olur.

Alman Yeşiller Hareketi ve Partisi üzerinde oldukça etkili olan Hans Jonas 1979’da yazdığı Sorumluluk İlkesi kitabında liberal demokrasinin ekolojik krizi çözme konusunda yetersiz kaldığını vurgular. Jonas, demokrasiler kısa dönem seçim sonuçlarına odaklandığı için uzun dönemli politikalar gerektiren ekoloji sorununu çözmekten uzaktır der. John Dryzek gibi yazarlar ise eko-otoriter olarak görülmese de Jonas gibi elitist çözümleri savunuyor. Dryzek demokratik olarak seçilmiş siyasîlerin belirleyeceği uzmanların etkin çözüm yolları geliştirmesi gerektiğini savunuyor.

David Shearman 1990’lardan itibaren küresel iklim değişikliğine neden olan iki faktörün piyasa ekonomisi ve liberal ekonomi olduğunu ve ikisinin de dayandığı ortak temelin birey özgürlükleri olduğunu söylüyordu. Joseph Wayne Smith ile birlikte 2007 yılında İklim Değişimi Tehdidi ve Demokrasinin Başarısızlığı başlıklı bir kitap yayınladı. Shearman, şirketlerin demokratik kurumları nasıl ele geçirdiğini anlatıyor. Sürekli olarak George W. Bush, Tony Blair gibi isimlerin verdiği demeçlere başvuruyor. “Karbon emisyonlarını azaltırken ekonomik büyümeye zarar vermemeliyiz” diyen açıklamalar bunlar. Avustralya hükümetinin bir departmanı olan ABARES’in karbon emisyonlarının 2050’ye kadar yüzde 50 oranında azaltılması sonucunda ekonominin yüzde 10 küçüleceği, gerçek ücretlerin yüzde 20 azalacağı, elektrik ve doğalgaz ücretlerinin yüzde 600 artacağı tahminlerinden oluşan raporuna yer veriyor. Kapitalizmi teşhir etmesi gerekirken sorunun yozlaşmış demokraside olduğunu anlatıyor.

İnsanlık “çok aptal”

Daha yakın tarihlerde, 2010 yılında, James Lovelock isimli meşhur bilim insanı ve çevre düşünürü iklim değişikliğini durdurma konusunda insanlığın “çok aptal” olduğunu yazdı. Ardından da demokrasiyi suçlayarak şunları söyledi: “En iyi demokrasiler bile, büyük bir savaş yaklaştığında, demokrasinin şimdilik bekletilmesi gerektiği konusunda hemfikirdir. İklim değişikliğinin bir savaş kadar ağır bir sorun olabileceğini hissediyorum. Bir süre demokrasiyi beklemeye almak gerekli olabilir.” Lovelock, kendi çözüm önerilerini sıralıyor, ancak demokrasiyi bir sorun olarak gördüğü için kolektif bir şekilde iklim krizinin mağdurlarının görüşlerini ve çıkarlarını temsil etmiyor. Teknik bir biçimde iklim değişikliğini durdurmak için atılması gereken adımları sayıyor. Otoriter, kapitalizm içi, bireysel ve teknik çözümlere odaklanan bu bakış açısının kaçınılmaz bir sonucu olarak da nükleer enerjiyi savunuyor. 

Çok daha radikal bir örnek ise Pentti Linkola. Finlandiyalı derin ekolojist Linkola eko-faşist olarak da tanımlanıyor. Linkola iklim krizinin ve çevre felaketinin sorumlusu olarak insanlığı görüyor. Bu nedenle de iki çözüm önerisi var: 1- Nüfusun zorla azaltılması ve 2- son birkaç yüzyılda geliştirilen tüm teknolojinin kullanımının derhal durdurulması. Kendisince tek çözüm yolu olan bu yöntemlere insanlığın başvuramama nedeni de “modern demokrasi”! Bu nedenle Lovelock’tan farklı olarak teknik çözümleri değil güçlü merkezî bir iktidarın “batmakta olan ve sadece bir kurtarma botu olan gemideki yolcuların bir kısmını kurtarmayı tercih etmesi” ve nüfusu azaltarak ilkel bir yaşama dönüşü gerçekleştirmesi gerektiğini savunuyor.

Mark Beeson, “Çevreci Otoriterliğin Gelişi” başlıklı makalesinde liberal demokrasi ve liberal kapitalizmin gezegen kaynaklarının sömürülmesi üzerine kurulu sürdürülebilir olmayan bir sistem inşa ettiğini söylüyor. Buradan vardığı sonuç da, bir “iyi otoriterlik”e ihtiyaç duyulduğu. Böyle bir otorite ekolojik açıdan sürdürülebilir olmayan her türlü davranışı yasaklayabilecek güçte olmalı.

1970’ler ve 80’lerde Sovyet tipi planlı ekonomiyi savunan eko-otoriterler Sovyetler’in çökmesiyle birlikte fikirlerinde değişiklik yapmak zorunda kalmışlardı. Onlara göre sorun seçim derdinde olan siyasetçilerdi ve liberal ekonominin kaotik hâliydi. Oysa Sovyetler’de seçimler yoktu ve planlı ekonomi vardı. Bu tarz bir yönetim ekolojik krizlere etkin çözümler üretebilirdi. Fakat hiçbir demokratik katılım sürecinin olmadığı bu ülkeler ne ekolojik krize yanıt olabildi ne de ayakta kalabildiler. Aksine, kitle hareketleri tarafından yıkıldılar. 

Ardından eko-otoriter yazarların yöneldiği ülke yükselen Çin oldu. Özellikle 2008 olimpiyatlarına hazırlanırken Beijing’de hava kirliliği konusunda nasıl hızla dev projelerin hayata geçirildiğini ve büyük başarılar elde edildiğini örnek olarak veriyorlar. 

Otoriter yönetimlerin çevre korumasında daha başarılı olabildiğine dair Beijing gibi çok sınırlı örnekler var. Ama yakın dönemde yapılan araştırmalar açıkça demokratik ülkelerin çevre politikalarının çok daha başarılı olduğunu gösteriyor. Tabii burada demokrasinin gelişmişliği sorunu ortaya çıkıyor. Yani Türkiye gibi demokrasinin seçimlerden ibaret olduğu ülkelerdeki durum belki demokrasinin hiç olmadığı bazı ülkelerden daha kötü olabilirken, demokratik İskandinav ülkeleri çevre standartlarında açık ara önde. Bunun başlıca nedeni sendikaların, sivil toplum örgütlerinin ve yerel yönetimlerin güçlü olması ve seçimler dışında da karar alma süreçlerine ve uygulama süreçlerine müdahale edebiliyor olmaları.  

Mülkiyet ve çıkar ilişkileri

Tüm bu eko-otoriter yazarlar liberal demokrasinin başarısızlıklarını anlatırken piyasa ekonomisi sorununa giriyor, fakat kapitalist sistem içerisindeki demokratik kurumların son tahlilde yüzde 1’in (yani şirketlerin) çıkarlarını savunan bir tür burjuva diktatörlüğü olduğunu göremiyor. Dolayısıyla kapitalist mülkiyet ve çıkar ilişkileri tarafından sınırlandırılmış bir demokrasi modelinin bu sınırlılıklarını kaldırarak değil, aksine var olan katılımcı süreçleri de yok ederek ekolojik krize çözüm bulabileceklerini sanıyorlar. Oysa kitlelerin bizzat karar alma süreçlerine dahil olabileceği demokratik alanın genişletilmesi yüzde 1’in çıkarına işleyen sistemi değiştirmenin tek gerçekçi yolu. 

Peki, nasıl oluyor da gezegene dair bu kadar duyarlı olan düşünürler otoriterliği savunabiliyor? Bu sorunun cevabı, gereken radikal dönüşümü gerçekleştirebilecek bir özneye olan inançlarını kaybetmiş olmaları. Dolayısıyla bu fikirleri yaygınlaştıran şey “umutsuzluk” veya “yenilgicilik”.

Toplumsal hareketlerin tüm kitleselliğine rağmen iklim krizi konusunda devletleri bir uzlaşmaya ikna edememesi, uluslararası anlaşmaların yetersizliği ve ekolojik krizin başta ekonomik kriz olmak üzere birçok diğer alanla iç içe geçmiş olması umutsuzluklarını körüklüyor. 

Oysa bu umutsuzluğu dağıtabilecek, gereken dönüşümü sağlayabilecek bir özne var, o da işçi sınıfı. Sayısı her geçen gün artan ücretli çalışanlar, yani dünya işçi sınıfı, üretime el koyma kapasitesine sahip olan tek sınıf. Her türlü “işçi sınıfı öldü” söylemine rağmen her büyük kitle eyleminin grev yapmaya dönmesi bu yüzden. 2011’deki meydan işgalcileri grev çağrısı yapıyordu, 8 Mart’larda kadın hareketi “kadın grevi” örgütlemeye başladı, iklim aktivistleri “iklim grevi” örgütlüyor. Grev, hayatı ve üretimi durdurmak anlamına geliyor. Kapitalizmin bir günlüğüne dahi olsa felç olmasına neden oluyor. Uzayan grevler ise her zaman üretimin grevci işçiler tarafından kontrolü meselesini ortaya çıkarıyor. En basitinden Tahrir Meydanı’ndaki işgal sırasında bile yüz binlerce göstericinin haftalarca meydanı işgal edebilmesi elektrik işçilerinin rejimin kestiği elektriği meydana getirmesi, meydanın ihtiyaçlarını karşılamak için çevredeki fırınlara el konması ve benzeri pratikleri zorunlu kılmıştı. 

Aşırı üretimi durdururken yüzde 99’un yaşam kalitesini artırabilecek, çalışma saatlerini düşürürken yoksullaşmaya neden olmayacak tek yöntem zaten üretimi yapmakta olan çalışanların üretimi ve üretilenin adil bölüşümünü de planlaması. Bu sayede insanlık bir parçası olduğu ekosistemle çok daha barışık bir düzen kurabilir.

Özdeş Özbay

 

Kaynaklar

Beeson, Mark. 2010. “The coming of environmental authoritarianism”. Environmental Politics, 19: 2, 276-294.

Dryzek, J. S. Rational Ecology: Environment and Political Economy. Basil Blackwell, 1987.

Dryzek, J. S. The Politics of the Earth: Environmental Discourses. OUP, 1997.

Friedman, T. ‘Our One-Party Democracy’. New York Times, 9 Eylül 2009.

Lovelock, J. “James Lovelock: Humans are too stupid to prevent climate change”. The Guardian, 29 Mart 2010.

Orr, D. W. ve S. Hill. “Leviathan, the Open Society, and the Crisis of Ecology”. The Western Political Quarterly, 31: 457-469, 1978.

Paehlke, R. ve D. Torgerson. Managing Leviathan: Environmental Politics and the Administrative State. Broadview, 1990.

Shahar, D. C. “Rejecting Eco-Authoritarianism, Again.” Environmental Values, 24: 345-366, 2015.

Shearman, D. J. C. ve J. W. Smith. The Climate Change Challenge and the Failure of Democracy. Praeger, 2007.

***

Sorun nüfus mu?

Eko-otoriterlerin en önemli vurgusu insan nüfusunun fazlalığı. Oysa insan türü gezegenin en kalabalık türü değil. Hatta insan türü en büyük canlı kütlesini oluşturmuyor. 2015 yılı verilerine göre insanların dünya üzerindeki biyokütlesi 350 milyon ton iken, bakteriler bir trilyon ton, karıncalar üç milyar ton ağırlığında yer kaplıyor. Fakat sayıları katrilyonları bulan bu canlıların hiçbiri çevreye zarar vermiyor, çünkü ekolojiyle uyum içerisinde yaşıyorlar.

Nüfus konusunda önemli bir nokta daha var. Nüfus artışı sadece doğumla ilgili bir konu değil. İnsanlık tarımı bulmadan önce, yani ihtiyaç fazlası artık üretime geçmeden önce, tüm dünyada nüfus beş milyon kadardı. Gıda sürekliliği nüfusun hızla artmasına yol açtı. On bin yıl boyunca beş milyondan 1800’lere gelindiğinde bir milyara çıktı. Ancak bu artış da ekolojik krize yol açmadı, çünkü henüz endüstri devrimi başlamamıştı. 

Kapitalizmin yükseldiği 1800’lerde nüfus hızla 1930’da iki milyara, 1960’ta beş milyara çıktı. Bugün ise 7,7 milyara ulaşmış durumda. Ancak nüfustaki bu radikal artışın ana nedeni çocuk doğumları değil, insanlığın yaşam ortalamasının artışı. Dünyada yaşam ortalaması 1960’larda 52 yıl iken bugün bu rakam 73’e çıkmış durumda. Sağlık alanındaki gelişmelerle birlikte bebek ölümleri de radikal bir şekilde azalmış durumda. Yani insanlık çok doğurduğu için değil hemen hemen her doğumun hayatta kalıyor olması ve uzun yaşıyor olmasından dolayı nüfus artışı yaşıyoruz.

Kalabalık aile kır toplumlarına özgüdür. Kentlerde ise çekirdek aileler giderek küçülür. Dünyanın hızla kentleşmesinin bir sonucu olarak dünya doğum oranları düşüyor. BM raporuna göre 1950-55 döneminde her 1000 kişiye düşen doğum sayısı 36,9 iken 2015-2020 döneminde bu rakam 18,4’e düşmüş durumda ve düşmeye de devam edecek.

Yani sorun aşırı ürememizde değil, daha uzun ve daha sağlıklı yaşıyor olmamızda. Dolayısıyla nüfus sınırlandırmasını hedef alan politikalar kaçınılmaz olarak nüfus artışından çok yaşam kalitesini hedef almak gibi son derece tehlikeli alanlarda dolaşıyor.

***

Teknolojik çözümler mi?

Teknolojik çözümlere odaklanan anlayış aynı zamanda eko-elit yaklaşım olarak da biliniyor. Örneğin üniversitelerde özel olarak eğitilen uzmanların yönetimi ile ekolojik sorunların aşılabileceğini savunuyorlar. 

Teknolojik çözümleri öne çıkaranlar kaçınılmaz olarak otoriter yöntemlere alan bırakıyor, çünkü teknolojinin ve kullanımının kimin elinde olacağı sorunuyla ilgilenmiyorlar. Teknoloji üretimi de büyük oranda şirketlerin elinde ve kullanımını piyasanın kâr-zarar ilişkileri belirliyor, toplumsal ve ekolojik ihtiyaçlar değil.

Teknolojik çözümleri savunanlar nükleer enerjiyi de savunabiliyor. Birçok ülkede nükleer enerji santralleri Çernobil ve Fukuşima felaketleri sonrası büyük tepki çektiği için kapatılıyor. İtalya’da 2011’de nükleer santral yapımı için gerçekleştirilen referandumda halkın yüzde 95’i hayır demişti. Türkiye’de de anketlerde nükleer karşıtları yüzde 70’lerin altına hiç düşmedi. Yüksek maliyeti ve yüksek riskleri nedeniyle insanların karşı çıktığı bir teknolojiyi savunmak mecburen otoriter olmayı, yani halkın görüşlerine karşı hareket etmeyi gerekli kılıyor.

Ayrıca teknolojik yöntemler kapitalizm içerisinde sürekli yeni sorunlar çıkarıyor. Yenilenebilir teknolojiler dahi demokratik olmayan piyasa koşulları içerisinde ekolojik ve toplumsal sorunlara yol açıyor. Bunun en iyi örneği Karadeniz’deki Hidroelektrik Santral (HES) yapımları. Köylüler her yerde sularını çalan HES şirketlerine karşı direniyor. Aynı şekilde rüzgâr elektrik santrallerine (RES) karşı da köylüler direniyor, çünkü bunlar yapılırken demokratik katılım mekanizmaları işletilmiyor. HES veya RES şirketi kendisi için en avantajlı olan yere kendi maliyet hesabını önceleyerek santral kuruyor. Böylece piyasa koşullarında “verimli” olan bir enerji üretimi yenilenebilir olmasına rağmen ekolojiye büyük zararlar verebiliyor.

 

Bültene kayıt ol