Devrimci bir partiye neden ihtiyaç var?

25.07.2019 - 12:45
Haberi paylaş

SYRIZA, büyük umutlarla ve büyük bir mücadele dalgasının üzerinden iktidara gelmişti. Son seçimlerde yenildi. Syriza, devrimci bir partinin gerekliliğini savunanlara karşı bir örnek olarak gösterilen son yeni reformist partilerden birisiydi. Bir diğeri, kurulması, yükselmesi ve Katalanların bağımsızlık mücadelesinin karşısında İspanyol devlet televizyonu gibi açıklamalar yapması neredeyse eş zamanlı ilerleyen Podemos’tu.

Karşımıza her zaman bir SYRIZA, Podemos, Sinapsismos, Yeşilsol koalisyon çıkıyor ve çıkartılacak. Ne zaman devrimci bir partinin gerekli olduğu dile getirilse, daha yeni bir şeyin lazım olduğu, yeni şeyler söylemenin zamanının geldiği ifade ediliyor.

Değişim partiyi gereksiz mi kıldı?

Bu yenilik çağın, koşulların, üretimin, iletişimin yaşadığı “radikal” değişikliklere yaslanarak dile getirilse de bu değişikliklerin ne kadar radikal olduğu, ne kadar yeni olduğu ve yepyeni şeyler yapmayı nasıl zorladığı hiçbir zaman açıklanmıyor. Solun en içinden geliyormuş gibi görünse de bu fikirler, en derinlerde, üç temel sağcı varsayıma dayanıyor: 1. İşçi sınıfının “bu değişikliklere bağlı olarak değiştiği” ve o eski işçi sınıfı olmadığı fikri, 2. 1900’lerin başında Lenin tarafından geliştirilen ve işçi sınıfının bir dönemdeki yapısına ve sadece Rusya’ya uygun olarak örgütlendiği düşünülen partinin Stalin döneminin kanlı uygulamalarına, sonu totaliter devlet örgütlenmesine uzanan çoğulculuk karşıtı yapılanmaya tekabül ettiği fikri ve 3. Yaşanan değişimle birlikte insanların sınıfsal aidiyetlerinden bağımsız olarak kimlikleri temelinde ezilmesi ve kimlikleri için kitlesel mücadelelere girmesi ve bu çeşitliliğin bir partinin boyunu fersah fersah aşacağı iddiası.

Bu üç temel iddianın omurgasını, birinci iddia oluşturuyor, yani işçi sınıfının o eski işçi sınıfı olmadığı fikri. Bu fikrin yeni olmadığını söylemenin pek faydası yok, işçi sınıfının mücadele tarihi işçi sınıfının toplumu değiştirme gücünü kaybettiği fikriyle suçlanmasının da tarihidir aynı zamanda. Bu, işçi sınıfı sokaklara çıktığı zaman da bu çıkışın zamanlaması, örgütlenmesi ya da hedeflerinin ne kadar yanlış olduğu iddialarıyla taçlandırılan bir esaslı itirazdır. 

Bu itirazların ciddiye alınabilecek bir ikisi dışında bütünü uydurmadır. Daha da vahimi köklü bir kapitalizm eleştirisi yaparak, başka bir deyişle, işçi sınıfının yaşadığı değişimin kapitalist üretim tarzında yaşanan değişimle doğrudan bağını gösterme zahmetine girmeden öne sürülen iddialar gerçekten de zaman kaybıdır. Sermayeyi canlı bir ilişki yapan bir kutbunda emek gücünün sömürüsünün bulunmasıdır. Tüm varlığı işçilerin, bir sınıf olarak artı emeklerine el koyduğu miktarı artırmaya odaklanmış ve bu yüzden işçi sınıfının sürekli olarak mülksüzleştirip ama öte yandan kolektif bir çalışma yeteneği kazanmasına zemin yaratarak işleyen küresel kapitalist üretim tarzının içinden işçi sınıfını bir özne olarak çekip almakta sakınca görmeyen “teorilere” uydurma demek, oldukça kibar kaçıyor. İki hidrojen atomu bir oksijen atomuna artık bağlı değildir iddiasını savunup hala nasıl su içebildiklerini açıklama zahmetine girmeyenlere, elbette işçi sınıfının değiştiğini ama bu değişimin işçi sınıfını güçsüzleştirmediğini, tam tersine, hem eyleme geçme kapasitesini artırdığını hem de eylemlerinin vurucu gücünü benzersiz bir şekilde yoğunlaştırdığını hatırlatmak zorundayız. İletişim teknolojilerinin işçi sınıfının “klasik eylem tarzında” değişiklik yarattığını söyleyenleri, bu değişikliğin işçi sınıfının dünyayı değiştirme gücünü daha kuvvetli hale getirdiğini söyleyerek yanıtlayabiliriz. İletişim, iletişim sektöründeki kar demektir ve bu kar sadece iletişim sektöründe çalışan işçilerin ve işçi sınıfının kolektif emek zamanının sömürüsüyle oluştuğu gibi, bu alandaki kısa süreli bir grev devlet, finans, savaş teknolojileri alanında hızlı bir yıkım getirebilecek potansiyele sahiptir.

Leninist parti diktatörlük üretmek zorunda mı?

İkinci itiraz da birinci itiraz gibi tarih dışı bir iddia. Twitter dedikoduları gibi, tek farkla bu sefer teyit.org da bu dedikoduların dağıtıcısıymış gibi bir durumla karşı karşıyayız. Bir yalanı ilk kez dile getirip, günler sonra bu yalan kulağına geldiğinde inançla bu dedikodulara sarılanlar gibi, Bolşevik Partisi’nin örgütlenme mantığında dolayısıyla Lenin’in parti anlayışında otoriter-merkeziyetçi bir eğilim olduğunu söyleyenler bir saniye durup düşünseler görecekler ki bu iddia doğru değil.

Bu iddia doğru değil!

Devrimci parti örgütlenmesi, Rusya’da 1917 devriminden sonraki gelişmelerin nedeni değildir. Leninist parti, 1917 yılında işçi sınıfının öncülerinin özgürlük mücadelesine yön gösterebilmiş ve sınıfın ve giderek halk kesimlerinin büyük çoğunluğunun desteğini almasında kritik bir rol oynamıştır. Paris Komünü’nden sonra, tarihte ilk kez, işçi sınıfı ve köylülük siyasal iktidarı kendi iktidar organları aracılığıyla kendi ellerinde toparlayabilmiştir. Devrimci parti, hareketin bu aşamasında, tıpkı bir navigasyon gibi işçi sınıfı hareketine yön gösterebilmiştir. Devrimden sonra yaşananlar, partinin örgütlenme yapısından değil, Rus işçi sınıfının yalnız kalmasından kaynaklanmıştır. Devasa bir devrim süreci hakkında hiçbir olguya yaslanmadan, Leninist parti anlayışını Stalinist diktatörlüğün sorumlusu olmakla suçlayanlar, 16 emperyalist ülkenin Rusya’yı işgalini, işçi devriminin tecrit edilmesini, işçi sınıfının giderek şekillenmesini yitirmesini ve devrimin Troçki’nin tabiriyle ihanete uğramasını görmezden geliyorlar. Devrimci parti Stalinizm’in sorumlusu değildir, tersine, Stalinizm, işçi sınıfını ve onun partisini parçalayarak, kadrolarını imha ederek, boğarak işçi sınıfını ezebilmiş ve diktatörlüğünü ilan edebilmiştir.

Devrimci parti “kimlikler” mücadelesine duyarsız mıdır?

Üçüncü itiraz ise kimlikler mücadelesinin sınıf mücadelesini aştığı yönündeki “klişe”dir. Bu klişe kuşkusuz bir yere kadar doğrudur. Soykırıma maruz kalan Ermenilerin kimlik mücadelesi, sınıfsal ayrımdan bağımsız olarak kadın cinayetlerine kurban giden kadınların kimlik mücadelesi, LGBTİ+’ların mücadelesi, ulusal kimliği tanınmayanların mücadelesi gibi bütün mücadeleler, en sonunda sınıfsal ayrım noktaları tarafından sınanırlar. Çünkü her kimlik, aynı zamanda içinde şekillendiğimiz sınıfsal koşullar tarafından biçim ve karakter kazanır, içselleştirilir ve yaşanır. Her sınıfsal konum farklılığı kimliklerinden dolayı aynı baskılara maruz kalanların nereye kadar ortaklaşabileceğini de belirler. Üstelik işçi sınıfı da kimlik farklılıklarından bağımsız değildir, bütün bu bölünmeler, işçi sınıfını da her düzeyde bölmeye devam eder. Kadın işçi, erkek işçi, LGBTİ+ işçi, Alevi, Sünni, ateist işçi, Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi ve Türk işçi diye başlayıp sonsuza kadar uzatabileceğimiz bir inançlar, değerler, kimlikler ve yönelimler bölünmesi işçi sınıfının “sermayenin zincirini dövdüğü” yerde, işyerlerinde bölünmesine neden olur.

Devrimci parti, iddia edilenin aksine, tam da bu nedenle sınıf mücadelesinde işçilerin en çok ihtiyaç duyduğu araçtır. Sosyalizm işçi sınıfının öncülerinin sınıfın geri kalan çoğunluğunu doğru fikirlere kazanması mücadelesinin adıdır. Tüm bölünmüşlüklerde, ezme-ezilme ilişkisinde, ezilenden yana hilafsız tutum alan enternasyonalist işçilerin birleşik tartışma ve eylem platformu olarak devrimci partiler, işçi hareketinin bütününün birliğini sağlamakla kalmaz sadece, işçi hareketinin tüm ezilenlerin sesi, kürsüsü, içinde nefes alabildiği ve kendini özgürce ifade edebildiği platform olmasında da temel bir ol oynarlar.

Şenol Karakaş

(Sosyalist İşçi)

Bültene kayıt ol