Emperyalizm ve Rusya

05.07.2019 - 12:51
Haberi paylaş

(Bu yazı, AltÜst dergisinin 29. sayısından alıntıdır. AltÜst'e ulaşabileceğiniz satış noktaları: http://www.altust.org/satis-noktalari)

Marksist emperyalizm analizi, yaklaşık yüz yıl önce başta Luxemburg, Buharin ve Lenin olmak üzere bir dizi önemli marksist tarafından, tartışma ve işbirliğinin bir arada yürüdüğü bir süreç sonucunda geliştirildi. Bu analiz, kapitalist gelişmenin mantığının, sistemin yeni bir uluslararası emperyalist aşamaya ulaşmasına yol açtığını öne sürüyordu. Ayırt edici niteliği devasa tekellerin küresel düzeyde faaliyet göstermesi olan bu aşamada bu şirketler, farklı kapitalist devletlerin de yardımıyla neredeyse bütün dünyayı işgal ediyor, egemenliği altına alıyor ve bölüşüyordu.

O dönemin emperyal güçleri İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya, ABD ve Japonya gibi büyük güçlerle, Belçika ve Avusturya-Macaristan gibi daha küçük güçlerdi. Marksist emperyalizm teorisi yalnızca bu emperyalizmler ve sömürgeleri arasındaki ilişkiyle değil, büyük emperyalist güçlerin arasındaki rekabetle ve bunun nasıl savaşa neden olduğuyla da ilgileniyordu. Birinci Dünya Savaşı felaketinin ardında yatan ekonomik nedenleri anlamak, tüm emperyalizm tartışmasının ana amaçlarından biriydi ve yukarıda belirtilen tüm marksistler, aralarındaki ikincil farklar ne olursa olsun, temel kapitalist rekabetçi birikim dürtüsünden kaynaklanan emperyalizmin “dünyanın bölüşümü ve yeniden bölüşümü” için savaşa neden olduğunda uzlaşıyordu.

Dönemin emperyalistleri arasındaki asıl mücadele Britanya ve Almanya arasındaydı. Kapitalist sanayileşme açısından öncü olan Britanya’nın “üzerinde güneş batmayan” imparatorluğu, açık ara en geniş dünya imparatorluğuydu. Almanya ise daha geç gelişmiş, ancak 1870’te birleşik bir ulus olmuş ve dünya sahnesine gezegenin büyük ölçüde çoktan bölüşüldüğü bir dönemde girmişti. Ancak, endüstriyel ve finansal güç (ve dolayısıyla askerî güç) açısından Almanya Britanya’yı geride bırakıyordu. Alman emperyalizmi sömürgelerden “kendi payına düşeni” talep ettiğinde Britanya emperyalizmi tabii ki “mülkünü” paylaşma niyetinde değildi. Sonuçta bu merkezî çatışma etrafında iki ittifak arasında savaş başladı.

Yüz yıl sonra bugün, Birinci Dünya Savaşı’nın insanî bir felaket olduğu genel olarak kabul görüyor ve sol çevrelerde savaşın emperyalist bir felaket olduğunu biliniyor, ancak o zaman durum böyle anlaşılmıyordu. Bu nedenle, savaş karşısında gösterilen çeşitli “sol” siyasal tepkileri kısaca hatırlamaya değer. Bugün “sol” olarak tanımlanacak yapıların büyük çoğunluğu savaşı destekledi. Bununla “kendi” uluslarına ve kendi egemen sınıflarına destek vermelerini kastediyorum. Bu durum İkinci Enternasyonal’i oluşturan çok sayıdaki örgütün liderlerinin neredeyse tümü ile çeşitli sendikalistler ve anarşistler için de geçerliydi; bunlara Rus anarşist Kropotkin ile Rus Sosyalist Devrimciler örgütünün pek çok üyesi de dahildi. Bu solcuların birçoğu kendi tutumlarını açıklamak için “sol” argümanlar ürettiler. Alman sosyalistleri Çarcı barbarlığa karşı savaştıklarını söylerken, Ruslar ve Britanyalılar Alman emperyalizmine veya Prusya militarizmine karşı savaştıklarını öne sürdüler.

Yukarıda adı anılanların yanı sıra savaşa karşı Leon Troçki, James Connoly, İskoçya’da John MacLean ve Almanya’da Karl Liebknecht ve Clara Zetkin gibi marksistler küçük bir azınlıktan ibaretti. Savaşa karşı çıkan bu devrimcilerin arasında vurguladıkları noktalara ilişkin farklılıklar vardı, ama savaşa en amansız muhalefeti sergileyen ve tarihsel olarak en önemli olan Lenin’di. Bu yüzden onun tutumunu kendi sözleriyle aktarmalıyız:

“İnsanlığa daha önce benzeri görülmemiş bir ıstırap getiren bu savaş ne uğruna yürütülüyor? Savaşan her ülkenin hükümeti ve burjuvazisi, suçu düşmanına atmak, halkta düşmana karşı şiddetli bir öfke uyandırmak için kitap ve gazetelere milyonlarca ruble harcıyor, kendilerini haksız bir şekilde saldırıya uğrayan ve şimdi kendini “savunan” taraf olarak göstermek için hiçbir yalandan kaçınmıyor. Gerçekte bu savaş iki yağmacı Büyük Güç grubu arasında gerçekleşen bir savaş ve bu savaş sömürgelerin bölüşülmesi, diğer ulusların köleleştirilmesi ve dünya pazarında avantaj ve ayrıcalık kazanmak amacıyla yürütülüyor. Bu son derece gerici bir savaş, modern köle sahiplerinin kapitalist köleciliği korumayı ve güçlendirmeyi amaçladığı bir savaş. Britanya ve Fransa Belçika’nın özgürlüğü için savaştıklarını iddia ettiklerinde yalan söylüyorlar. Gerçekte uzun zamandır bu savaşa hazırlanıyorlardı ve bu savaşta yer almalarının amacı Almanya’yı yağmalamak ve sömürgelerini ele geçirmek; İtalya ve Rusya ile Türkiye ve Avusturya’nın parçalanması ve talan edilmesi konusunda bir anlaşma imzaladılar. Rusya’daki Çarcı monarşi Galiçya’yı ele geçirmeyi, Türkiye’den toprak almayı, İran’ı ve Moğolistan’ı vb köleleştirmeyi amaçlayan yağmacı bir savaş yürütüyor. Almanya ise, Britanya, Belçika ve Fransa’nın sömürgelerini ele geçirmeyi amaçlıyor. Savaşın kazananı Almanya da olsa, Rusya da olsa ve hatta “berabere” de bitse, bu savaş sömürgelerde, İran’da, Türkiye’de ve Çin’de tahakküm altına alınan yüz milyonlarca insan, ulusların yeniden köleleştirilmesi ve tüm ülkelerden işçi sınıfının bağlandığı yeni zincirler getirecek.”

Daha açık bir kınama metni düşünülemez. Yine de Lenin savaşa karşı muhalefetini güçlendirmek için, Alman devrimci Karl Liebkhnect’in “asıl düşmanın içeride” olduğunu vurgulayan hattını izledi, devrimci sosyalistlerin görevinin kendi egemen sınıflarının ve kendi hükümetlerinin yenilgisini desteklemek olduğunu savundu:

“Gerici bir savaşta, devrimci bir sınıf, hükümetinin yenilmesini istemekten başka bir şey yapamayacağı gibi, hükümetin askerî başarısızlıklarının onu devirme olanaklarını arttırdığını görmemezlik de edemez. Hükümetlerin başlattığı bir savaşın ancak hükümetler arasında bir savaş olarak biteceğine inanan ve böyle olmasını isteyen bir burjuva, bütün hasım ülkelerin sosyalistlerinin “kendi” hükümetlerinin yenilgisini istemelerini ve bunu söylemelerini “gülünç” ve "saçma " bulur. Tersine, bu tür bir söz, sınıf bilincine varmış her işçinin beslediği düşünceyi doğrular ve bizim, bu emperyalist savaşı bir iç savaş durumuna çevirme çabalarımız ile aynı doğrultuda olur.”

Bu tutum hakkında günümüzde önem taşıyan iki nokta belirtilmeli. İlki, Irak’taki savaşa karşı olanların Saddam Hüseyin’i desteklemekle suçlanması gibi, savaşın “yurtsever” destekçileri elbette Lenin’i Almanya’yı ve Kayser’i desteklemekle ve hatta Alman ajanı olmakla suçladılar. İkincisi, Lenin’in “kendi” hükümetini yani Rus hükümetini “asıl düşman” olarak görmesi Bolşevik ajitasyonunun yapısını etkiledi, ama yukarıdaki uzun alıntıdan da anlaşılabileceği gibi Lenin hiçbir şekilde Almanya’yı da hedef almaktan geri durmadı. Ayrıca hiçbir zaman Almanya’nın Britanya’ya göre daha az emperyalist bir güç olduğunu iddia etmedi veya Rusya’nın esir halklarının Almanya’yı desteklemeyi meşrulaştırdığını savunmadı. Bu noktayı açıkça belirtiyordu.

Almanya, ulusların kurtuluşu için değil, köleleştirilmesi için savaşıyor. Daha yaşlı ve gırtlağına kadar doymuş soyguncuları soyma işinde genç ve daha güçlü soyguncuya (Almanya'ya) yardım etmek, sosyalistlere düşmez. Sosyalistler, hepsini de devirmek için, soyguncular arasındaki çekişmeden yararlanma yoluna gitmelidir. Bunu yapabilmek için de sosyalistler her şeyden önce, halka doğruları söylemeli; yani bu savaşın, köleliği güçlendirmek için köle sahipleri arasında bir savaşım olduğunu söylemelidirler.

Sovyetler Birliği emperyalist miydi?

ABD’nin 1945’ten itibaren dünyanın önde gelen emperyalist gücü olduğu tartışılmazdır. Bu hem onun ezici ekonomik hakimiyeti hem de askerî gücü açısından netti. ABD’nin millî geliri 1945 yılında 1,6 trilyon dolarken, Batı Avrupa’daki başlıca 12 ülkenin millî gelirinin toplamı yaklaşık 1 trilyon dolardı. Dünya imalat sektörü üretiminde ABD’nin payı 1945’te yüzde 50’nin üzerindeydi ve 1956’da dünyadaki en büyük 50 şirketten 42’si ABD şirketiydi. Amerika’nın askerî gücü ekonomik gücü kadar büyüktü. ABD kuvvetleri 1949’da dünyanın 56 ülkesinde yerleşmiş haldeydi ve dünya genelinde 400 üs kullanıyorlardı. Askerî bütçesi diğer bütün ülkelerin askerî bütçelerinin fersah fersah ilerisindeydi, dünyanın açık ara en büyük askerî ittifakı olan NATO’nun başında bulunuyordu ve hepsinden önemlisi akıl almaz ölçekte geliştirdiği nükleer silahlara sahipti. Emperyalist gücün böylesi bir birikimi ABD’nin Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya ve Kore yarımadasına kadar gelişmelere kendi çıkarları doğrultunda yön vermek için düzenli olarak gerçekleştirdiği gizli veya açık müdahalelerine olanak verdi. En azından 1960’lardan itibaren ABD emperyalizminin rolünün uluslararası sol tarafından yaygın olarak anlaşıldığını söyleyebiliriz. Peki, ABD’nin tek ciddi uluslararası rakibi yani Sovyetler Birliği neydi? Rakip bir emperyalist güç müydü, yoksa tamamen farklı bir şey miydi? 

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, Sovyetler Birliği’nin emperyalist olmadığı ve olamayacağı küresel solun büyük çoğunluğu tarafından temel ve tartışmasız bir doğru olarak kabul ediliyordu. Bunun nedeni, emperyalizmi kapitalizmle bağlantılandırmaları ve Sovyetler Birliği’nin şu veya bu şekilde sosyalist bir toplum olduğuna ve dolayısıyla anti-emperyalist olamayacağına inanmalarıydı. Sovyetler Birliği’nin kendisi de bu imajı geliştirmek için epey çaba harcadı. Her zaman kendisini “barış”ın savunucusu olarak sundu ve destekçilerine –(çeşitli Komünist Partilerin üyelerine ve yol arkadaşlarına) dönemin çeşitli barış ve silahsızlanma kampanyalarına katılmaları talimatını verdi. SSCB aynı zamanda Vietnam’da olduğu gibi, çeşitli ABD karşıtı ulusal kurtuluş hareketlerine verdiği maddî desteği kanıt gösterebilirdi. Resmî Sovyet propagandasını kabul etmeyen ve SSCB’yi sosyalist olarak görmeyi reddeden Troçkistlerin bir kesimi bile, devlet üretim araçlarının sahibi olduğu için Sovyetler Birliği’nin işçi devleti olduğunu ve bu yüzden emperyalist olamayacağını düşünüyordu.

Ancak Sovyet devletinin kendisi hakkında söylediklerine değil gerçekte ne yaptığına bakarsak, davranışlarının son derece emperyalist olduğu fazlasıyla açıktır. 

İkinci Dünya Savaşı sona ererken Stalin, Roosevelt ve Churchill savaş sonrası düzeni konuşmak için Ekim 1944’te Yalta’da buluştu. Orada doğunun Sovyet kontrolünde, batının ise ABD ve Britanya kontrolünde olması üzerinden Avrupa’yı aralarında bölüştüler. Bütün bu kararlar söz konusu ülkelerde yaşayan milyonlarca kişi dikkate alınmadan verildi. Yaptıkları, klasik bir emperyalist bölüşüm anlaşmasıydı.

Sovyetler Birliği o dönemde Kızıl Ordu’yu ve Doğu Avrupa Komünist Partilerini üç amaç için kullandı: a) Polonya’dan Bulgaristan’a Doğu Avrupa’nın tamamının kendi nüfuz alanına ve kontrolü altına girişini dayatmak, b) bu ülkelerde Sovyet ekonomik ve siyasal modelini hayata geçirmek ve c) bu ülkeler üzerindeki kontrolünü ve bu ülkelerde uyguladığı modeli kullanarak Doğu Avrupa ekonomilerini Rus ekonomisinin ihtiyaçlarına tabi kılmak. Bu, olağanüstü büyüklükte savaş tazminatları, karma şirketler ve eşitsiz ticaret yoluyla gerçekleştirildi. Chris Harman bu süreci Doğu Avrupa’da Sınıf Mücadeleleri, 1945-83 adlı eserinde ayrıntılı olarak gösterir ve son bölümde şu yorumu yapar: “Sömürü yöntemi oldukça basitti: Rusya Doğu Avrupa’dan malları dünya piyasası fiyatlarının altından -hatta bazen üretim maliyetinden de düşük fiyata- alıyor, Doğu Avrupa’da satılan Rus malları ise dünya piyasası fiyatlarından fazlasına satılıyordu.”

Doğu Avrupa’daki “sıradan” halk bu ekonomik sömürü ve itaat ilişkisini gayet iyi biliyor ve bu duruma öfkeleniyordu. Hem bu sömürü hem de bu ülkelerdeki rejimlerin uyguladığı polis devleti yöntemleri, Doğu Avrupa’da savaş sonrası dönemde birbiri ardına gerçekleşen “Sovyet karşıtı” isyanlara neden oldu. Bulardan ilki Yugoslavya’da 1948’de patlak verdi. sep Tito ve Yugoslav Komünist Partisi önderliğindeki bu isyan tam da Yugoslavya’nın Stalin’e ve Sovyetler Birliği’ne ekonomik olarak tabi olmaya razı olmamasından kaynaklanıyordu. Bunu Doğu Berlin’de 1953’te yaşanan işçi ayaklanması ve 1956’da Polonya ve Macaristan’da gerçekleşen isyanlar izledi. Macar ayaklanması tam bir devrime dönüştü. Sonra 1968’de Çekoslovakya’daki Prag Baharı ve Eylül 1980’de Polonya’daki Solidarnosc ayaklanması geldi. Sovyetler’in bu isyanlara gösterdiği tepki tümüyle baskıcı ve emperyalistoldu; iki durumda (Macaristan 1956 ve Çekoslovakya 1968) geniş çaplı işgallere giriştiler. İsyan ve baskı döngüsü 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ve 1989-91 yıllarında önce Doğu Avrupa’daki, daha sonra da Rusya’daki rejimlerin çökmesinin ardından sona erdi.

Ancak Sovyet emperyalizmi hiçbir şekilde Doğu Avrupa ile sınırlı değildi; SSCB sınırları içinde ve Asya’da da faaliyet gösteriyordu.

Eski Çarlık İmparatorluğu “halkların hapishanesi” olarak kötü bir üne sahipti ve bu niteliği Lenin ve Bolşevikler tarafından sürekli olarak kınanıyordu. Bolşevik tutum, Rus İmparatorluğu içindeki sayısız ezilen azınlığın (Letonlar, Estonlar, Ukraynalılar, Gürcüler, Özbekler, Kazaklar...) kendi kaderini tayin hakkını, ayrılma hakkı da dahil olmak üzere tartışmasız bir biçimde savunmaktı. Stalin döneminde bu uluslar üzerinde yeniden baskı kuruldu. Onlara resmî bir “özerklik” bahşedilse de, tüm ekonomik, siyasî ve kültürel hayatları Avrupalı Rus parti sekreterleri yoluyla Moskova’dan sıkı bir şekilde kontrol ediliyor ve genel bir kültürel Ruslaştırma süreci işletiliyordu. Olağanüstü durumlarda, sözde özerk olan bir Ulusal Cumhuriyet tamamen dağıtılıyor ve bütün nüfus sürgün ediliyordu; 1941’de Volga Alman Cumhuriyeti’nin, 1943’te Kalmuk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin, 1946’da Çeçen-İnguş Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ile Kırım Tatarlarının başına gelen buydu.

Bu ezilen ulusların mensubu olan komünist liderler de sistematik olarak baskıya uğruyordu. Tony Cliff şöyle yazıyor: “1937-38’deki büyük temizlikte otuz ulusal hükümetin tümü veya çoğunluğu hep birlikte tasfiye edildi. Bunlara yöneltilen temel suçlama, SSCB’den ayrılmak isteği duyduklarıydı.” Bu emperyalist baskının sonucu, merkezîleşmiş komünist rejimin dağıldığı an neredeyse bütün ulusların ayrılmaya karar vermesi oldu.

ABD ve Sovyetler Birliği, savaşın sonunda Almanya’yı böldükleri gibi, Kore’yi de böldüler. Ülke kuzeyde bir Sovyet kukla rejimi ve güneyde bir ABD kukla rejimi olarak ikiye bölündü, Kore halkı bugün hâlâ bu ayrımın sonuçlarını yaşıyor. Sovyetler Birliği tarafından desteklenen ve yönlendirilen Kuzey Kore kuvvetleri 1950’de güneyi işgal etti. Bunun ardından büyük güçler arasında (Çin’in de dahil olduğu) üç yıllık bir vekâlet savaşı yaşandı. Kore’yi harap eden bu savaş, net bir neticeye ulaşmasa da, çoğunluğunu Korelilerin oluşturduğu üç milyon kişinin hayatına mal oldu. Kore Savaşı her iki taraftan sıradan insanların endüstriyel ölçekte kurban edildiği klasik bir emperyalist mezbahaydı.

Mao’nun Kızıl Ordusu Pekin’i ele geçirdiği zaman, 1949 Çin Devrimi 1917’den bu yana “komünizmin” en büyük zaferi olarak selamlandı. Ama yedi yıl içinde Sovyet rejimi ile Maocu rejim uluslararası komünist hareketi bölen bir ayrışmada gırtlak gırtlağa gelmişti. Her iki ülkenin savaş durumuna yaklaştığı bu bölünme jeopolitik gelişmeleri onyıllar boyunca etkiledi. Görünüşte bölünme teoriyle ilgiliydi: Maocular “Sovyet revizyonizmini” kınıyor ve daha “devrimci” bir anti-emperyalist hat vaaz ediyorlardı, ama Çin’in eylemleri ve fiilî gelişimi bu “ideolojik” açıklamayı yalanlıyordu. Bölünmenin gerçek nedeni Sovyetler Birliği’nin başka yerlerde yaptığı gibi Çin’e de kendi iradesini ve ekonomik önceliklerini dayatmaya çalışması ve Çin milliyetçisi olan Mao’nun bunu kabul etmemesiydi. Başka bir deyişle, sorunun kökeni Rus emperyalizmiydi.  

Bir başka örnek Sovyetler’in 1979’daki Afganistan işgalidir. On yıl süren, iki milyondan fazla kişinin ölümüne ve beş milyon kişinin mülteci durumuna düşmesine neden olan bu savaşın sonucunda Rusya yenilgiyi kabul etmek ve çekilmek zorunda kaldı.  

Rus emperyalizmi Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından sona ermedi. Eğer Sovyet emperyalizmine ideoloji yön veriyor olsa ve arkasında bütün dünyada komünizmi zorla kabul ettirmek gibi bir siyasal amaç yatıyor olsaydı, emperyalist savaşlar 1991 yılında sona ermiş olurdu. Öte yandan, eğer Sovyet yayılmacılığı, batı emperyalizmi gibi temelde rekabetçi sermaye birikiminden kaynaklanıyorsa, “Marksist” veya “Komünist” söylem ve sembolizm terk edilmiş ve devlet kapitalizminden bir ölçüde uzaklaşılmış da olsa, yayılmacılığın devam etmesi beklenirdi. Ve nitekim devam etti.

Önce Yeltsin daha sonra da Putin döneminde Rusya, 1994-96’da ve 1999-2000’de Çeçenistan’da iki acımasız savaşa girişti. Uluslararası Af Örgütü raporlarına göre: “Rus kuvvetlerinin sivil alanları ayrım yapmadan bombaladığına ve top atışına tuttuğuna dair pek çok rapor var. Çeçen siviller (sağlık personeli de dahil olmak üzere) Rus güçlerinin saldırısına hedef olmaya devam etti. Yüzlerce Çeçen sivil ve savaş esiri yargısız infazlarla öldürüldü.” Çeçen başkenti Grozni dümdüz edildi ve işgale uğradı, ama gerilla direnişi dağlarda dokuz yıl daha devam etti.

Rusya, Güney Osetya bölgesi ile ilgili bir anlaşmazlık nedeniyle, Ağustos 2008’de kısa ve bütünüyle eşitsiz bir savaşın ardından Gürcistan’ı işgal etti. 2014’te Ukrayna’daki çatışmaya müdahil olarak Kırım yarımadasını kendi topraklarına kattı.

Rus emperyalizminin 1945 sonrasındaki bu kısa incelemesini eleştirmek isteyenler her örneğin tek taraflı olarak ele alındığı itirazında bulunabilir ve Rusya’nın eylemlerinin olası gerekçelerini ele almadığımı, 1956 Macaristan işgalinin “faşist karşı devrimi” engellemek için gerekli olduğunu veya Çekoslovakya’nın Batı tarafından ele geçirilmesini engellemek için işgal edildiğini veya Afganistan işgalinin İslamcı cihatçılara karşı gerçekleştirildiğini iddia edebilir. Her gücün her zaman gerekçeleri vardır; “kamuoyunun” (yani işçi sınıfının bilincinin) diktatörler tarafından bile hesaba katılmak zorunda olduğu modern dünyada hiçbir hükümet çıkıp “Biz emperyalist saldırganlarız” demeyecektir. Yukarıdaki işgalleri meşrulaştırmak için kullanılan her gerekçeyi ele almak bu makalenin sınırlarını çok aşacaktır. Ama her durumda öne sürülen “gerekçe” şeytanlaştırılan bir düşmana karşı mücadele gerekliliğidir; faşistler, batılı emperyalistler, cihatçılar, İslamcı teröristler...

Bu konuda son olarak iki noktayı belirtmek gerekiyor. İlki, Küba’nın, Vietnam’ın veya Nikaragua’nın “komünist olup olmadığı” yalnızca Küba, Vietnam ve Nikaragua halklarını ilgilendirir, ABD’nin bu konuda söz söylemeye hakkı yoktur. Benzer şekilde, eğer Macaristan veya Çekoslovakya veya Polonya “komünist” olmayı bırakmak istiyorsa veya Afganistan İslamcı olmak, Çeçenistan hem İslamcı hem bağımsız olmak istiyorsa, buna karar vermesi gereken onlardır, Rusya değil. İkincisi, aklı başında hiç kimse Hindistan’ı, İrlanda’yı ve Afrika’nın yarısını kontrolü altında tutan Britanya’nın 1914’te “zavallı küçük Belçika” için savaşa girdiğini veya ABD’nin Kore’de üç yıl boyunca Kore halkının hakları için savaştığını iddia edemez. Aynı şekilde, 1930’larda ve 1940’larda Çeçenleri ve Kırım Tatarlarını topyekûn sürgün eden Rus devletinin, 1999’da ve 2014’te petrol ikmal hatlarını korumak veya Karadeniz’de bir köprübaşı tutmak amacıyla değil de uluslararası dayanışma amacıyla hareket ettiğine gerçekten inanmamız mı bekleniyor?

Hayır, emperyalist davranış şablonunun uzun bir geçmişi ve tutarlılığı var ve bu nedenle Rusya’nın Suriye’deki savaşa müdahalesini değerlendirirken, bu müdahalenin arkasında yatanın emperyalist hesaplar ve Rusya’nın kendi çıkarlarından başka bir şey olmadığını açıkça görebiliyoruz.

John Molyneux

(AltÜst)

Bültene kayıt ol