(Bu yazı, AltÜst dergisinin 28. sayısından alıntıdır. AltÜst'e ulaşabileceğiniz satış noktaları: http://www.altust.org/satis-noktalari)
İnsanın modern Homo sapiens olarak ortaya çıkışı son araştırmalara göre günümüzden yaklaşık 200 bin yıl önce doğu Afrika düzlüklerinde tespit edildi. Bu tarihlemenin daha da geriye gideceği beklentisi yüksek. İşin özü, birkaç yüz bin yıldır dünyadayız. İnsan düşünüyor, “ecdadımız” nasıl oldu da vahşi Afrika düzlüklerinde hayatta kaldı. Bu konuda teoriler çok. Bilim insanlarının ortak kanaati insanların topluluk halinde birbirleriyle yardımlaşarak hayatta kaldığı yönünde. Farkında olmamız gereken, Homo sapiens ile çağdaşı ve önceli olan diğer insan türleri arasındaki bağlar. Homo sapiens öncesi insanlar basit aletler üretebiliyordu. Özellikle kendi bedenleri dışında kullandıkları ilk enerji olan ateşi öğrenmeleri günümüzden yaklaşık bir milyon yıl öncesine dayanmaktadır. Kısacası, homo sapiens için her şey sıfırdan başlamadı.
Homo sapiens, yani modern insan paleolitik çağda (yontma taş devri) avcılık ve toplayıcılık yaparak yaşamını devam ettiriyordu. Bu nedenle bu dönem insanlarından avcı toplayıcı toplumlar olarak bahsedilir. Küçük gruplar halinde yaşıyorlardı. Öncelikli işleri çevrelerindeki yenebilir bitkileri toplamaktı. Avcılık ise her gün yapılan bir işten ziyade ihtiyaç duyulduğunda ve fırsat bulunduğunda özellikle erkeklerin yaptığı kolektif bir faaliyetti. Neandertallerin (Home neandertalis) büyük hayvanlar avlayan çok usta avcılar olduğu biliniyor, ama insanın beslenmesinde avın ne ölçüde önemli olduğu tartışma konusu.
Avcı toplayıcı insan grupları mevsimsel olarak yenebilir bitkilerin ve av hayvanlarının bol olduğu bölgeler arasında hareket halindeydi. Grup içinde gerçek anlamda yönetimsel bir ayrışma yoktu. Kararlar ihtiyaçlar doğrultusunda hep birlikte alınıyordu. Hamile olan ya da çocuğunu emziren kadınların yaşamsal olarak riskli işlerde çalışması tercih edilmezdi. Sonuçta grubun geleceğinin riske atılması düşünülemezdi. Günümüz anlamında aile kavramı yoktu. Evlilik bağı gevşekti ve önemli olan grubun kendisiydi. Yerleşik düzende yaşamadıkları için sahip oldukları şeyler kısıtlı ve kolay taşınabilir eşyalar olduğundan, servet denebilecek birikim yoktu. Günlük özel kullanım eşyaları dışında her şey topluluğun malı sayılıyordu. Toplanan yiyecekler tüm grup üyeleri arasında paylaştırılır ve kimin daha iyi avcı ya da toplayıcı olması paylaşımda önemli olmazdı. Sonuçta grubun tüm bireyleri birbirlerine muhtaç olduğunun bilincindeydi. İnsanlığın bu döneminin “ilkel komünizm” olarak adlandırılması bundandır.
Avcı toplayıcı topluluklar arasında günümüz dünyasına bakarak tahmin edebileceğimiz gibi yoğun rekabete dayalı vahşet yoktu. Yakın çevrelerinde zaten genelde akraba topluluklar bulunmaktaydı. Sorunların çözümü öncelikle karşılıklı anlaşmalarla sağlanıyordu. Tabii ki anlaşmazlıklar her zaman bu şekilde çözülmüyordu, ama işin zor yoluyla çözülmesi nadiren gerçekleşiyordu. Avcı toplayıcı toplumların yapısı konusunda bu kadar net anlatabiliyor olmamızın nedeni, yakın zamana kadar bu şekilde yaşayan yüzlerce topluluk tespit edilmiş ve incelenmiş olmasıdır. Bugün bile onlarcası Amazon ve Endonezya’nın ormanlarında varlığını sürdürmektedir
Günümüzden 60.000 yıl kadar önce nüfus artışı ya da kuraklık gibi doğa olayları nedeniyle insanlar Afrika kıtasından diğer kıtalara göç etmeye başladı. Bugünkü coğrafyadan farklılığı anlayabilmek için örnek olarak Sahra çölü çöl değil ormanlık bir bölgeydi ve tüm dünyada deniz seviyeleri günümüzden daha düşüktü. Buzul çağı hüküm sürmekteydi. O günden sonra 20-30.000 yıl gibi kısa bir sürede insan Antarktika hariç tüm kıtalara yayıldı: 40-45.000 yıl önce (Anadolu üzerinden ve Karadeniz’in kuzeyinden) Avrupa’ya, 15.000 yıl kadar önce (o dönemde bir kara köprüsü gibi olan Bering Boğazı’ndan) Amerika’ya ve (güneydoğu Asya’dan deniz yoluyla) Avustralya’ya ulaştı. Bu süreçte yeteneklerini ve eşyalarını geliştirip çeşitlendirdiler. Okyanusları aşabilecek denizcilik yeteneklerine kavuştular.
Avcı toplayıcı yaşam modern insanlık tarihinin yüzde 90’ından fazlasını kapsayan bir dönemdi. Günde üç dört saatlik çalışma ile hayatını idame ettirebilen insanlar için bir nevi refah toplumu denebilir. Günümüz bilgi ve teknolojisine sahip olmasalar da, ellerindeki olanakları, kolektif yaşamın tüm olanaklarını etkin şekilde kullanmayı biliyorlardı.
Yerleşik düzene geçiş
Günümüzden 12.000 yıl önce sona eren buzul çağından sonra havaların düzelmesiyle, özellikle ‘verimli hilal’ olarak adlandırılan Mezopotamya bölgesinde çok yakınlarında hem av hayvanlarına hem de toplayabilecekleri bitkilere ulaşabilecekleri yerlerde yaşayan avcı toplayıcı grupları tarihin akışını değiştirmeye başladı. Birkaç haftada toplayabildikleri yabanî tahılla bütün bir yıl ihtiyaçlarını giderebilirken, bu tahılları ehlileştirip tarım yapmaya, yerleşik bir düzene geçmeye başladılar. Bu da grupların büyümesini ve barınaklarının daha kalıcı malzemelerden yapılmasına neden oldu. Aynı süreç sadece bitkiler için değil, hayvanlar için de geçerli oldu. İlk besi hayvanları da bu dönemde evcilleştirilmeye başlandı. Hayatın bu şekilde sürdürülmesi çalışma ve birlikte yaşama kalıplarında radikal değişikliklere neden oldu. Toprağın düzenli işlenmesi, besi hayvanlarının bakımı eski gevşek çalışma düzenini kökten değiştirdi. Bu sürece, Marksist tarihçi Gordon Childe’ın ifadesiyle, ‘neolitik devrim’ denir.
Neolitik devirde her ne kadar toplumda ciddi değişiklikler olsa da hala özel mülkiyet kavramı yoktu. Kadınlar ve erkekler arasında bir ayırım gözetilmiyordu. Üretilen her şey köy halkı tarafından ihtiyaca göre paylaşılıyordu. Toplumsal değerler, doğal olarak, avcı toplayıcı değerlere yakındı. Ancak avcı toplayıcı toplumlarda gelişen sorunlara nazaran daha kalabalık köy toplumunda sorunlar daha karmaşık ve çetrefilli idi. Sorunlardan biri, stoklanan yıllık hasadın (artık ürünün) korunması idi. Bunlardan dolayı toplumsal kontrolü sağlayacak karar alma mekanizmalarını düzenlenmesi gerekti.
Tarım toplumu geliştikçe ve artık ürün büyüdükçe, bu ürünün yönetimi, ölçülüp biçilmesi, yağmacılardan korunması, daha da büyümesi için tanrılarla ilişki kurulması, gerekli alet edevatın imalatı gibi konularda uzmanlık alanları oluşmaya başladı. Bu konularda söz sahibi insanlar ortaya çıktı, insanlar arasında statü farklılıkları oluşmaya başladı. Sınıflı topluma geçiş başlamıştı. Buna bağlı olarak kadın sorununun da başladığı görülüyor. Engels’in deyişiyle, “Kadın cinsinin dünya çapında yenilgisi”. Tarım toplumunun getirdiği ağır işleri erkekler yapmaya başlayınca gelecek ile ilgili alınan kararlarda kadının etkisi azaldı. Üretim araçları üstünde etkinliğini kaybeden kadının toplum içinde söz hakkı azaldı. Özel mülkiyetin gelişmesiyle beraber sahip olunan mallar artık babadan oğula geçmeye başladı.
Yöneten ve yönetilenler
Tarım toplumuna geçiş insanların daha iyi yaşamak için seçtikleri bir yoldu. Ama sonuçları çok farklı oldu. Tarımla uğraşan insanlar artık yıllık ihtiyaçlarını karşılayacak üretim yapabiliyordu. Yalnız hasat her zaman garanti olmadığı gibi, ürünün saklanması da önemli bir sorundu. Bu işi organize edecek insanlar ortaya çıkmaya başladı. Başlangıçta bu görevler topluluk içinde herhangi bir üstünlük sağlamazken, zamanla sınıfsal ayrışmanın nüvesi olarak gelişti. Ürünün stoklanması ve planlamasından sorumlu olanların zamanla rahiplere, korunmasından sorumlu olanların askerlere dönüştüğü söylenebilir. Hava durumunu uzun dönemli tahmin edebilmek, kanallar ve setler inşa ederek suyu daha verimli kullanmak, üstün silahlarla donatılarak ürünü daha iyi korumak ve bunu ötesinde diğer toplulukların birikimine el koyabilme yeteneklerini geliştiren topluluklar ön plana çıkmaya başladı.
Bu gelişmeler sonucunda yavaş yavaş toplum içinde yöneten ve yönetilenler arasında farklılaşma artmış ve sınıflara bölünme gerçekleşmiştir. Kentleşme bu sınıfsal ayrılşmanın sonucunda oluşmuştur. Kentleşme ile sınıflı topluma geçişin tam olarak gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Kentleşmenin nasıl gerçekleştiği tam olarak bilinmemektedir. Yapılan araştırmalar köylerin kentlere dönüşmediğini düşündürtmektedir. Bir varsayım, kentleşmenin çevre köylerin ulaşabileceği ortak bir alanda kurulan tapınakların çevresinde başladığıdır. Bir başka varsayıma göre, özellikle hayvancılıkla uğraşan toplulukların yerleşim yerlerinin tarımla uğraşan köylerin üzerinde hâkimiyet kurabilmek için içinde tapınak, askerî birimler ve yöneticilerin bulunduğu kentlere dönüştüğüdür. Kentler ilk olarak Mezopotamya’da ortaya çıkmış ve zamanla kent devletlerine dönüşmüştür. Kentler muktedirlerin gücünün ulaştığı seviyeyi gösteriyordu: Muazzam büyüklükte inşa edilen tapınaklar ve saraylar kralların gücünün göstergesiydi.
Bu süreçte sınıfsal farklılıklar iyice derinleşti. Savaşlar sonucunda artık sadece üretilen mallar değil insanlar da ganimet olarak toplanarak özgürlükleri ellerinden alınıp köle olarak kullanılmaya başlandı. Köle kelimesi tarihî kayıtlarda ilk kez Sümer tabletlerinde, halı dokuma atölyesinde çalışan kadın köleler hakkında geçmektedir.
Yüz binlerce yıl avcı toplayıcı gruplar hâlinde eşitlikçi, kolektif ve özgür yaşayan insanın tarıma ve yerleşik yaşama geçişle birlikte sınıflara ayrılarak birbiri üzerinde tahakküm yaratan topluluklara dönüşmesi hakkında, araştırmalar devam ettikçe, elimizdeki bilgiler değişecek ve gelişecektir. Ama sürecin ana hatlarında önemli bir değişiklik olmayacaktır. İlkel komünist, göçebe, avcı toplayıcı topluluklardan, bitkileri ve hayvanları evcilleştiren, büyük kentlerde yaşayan ve farklı çıkarlara sahip sınıflara bölünmüş insan toplumlarına geçiş, sınıflar arasındaki mücadelenin de başlangıcıdır. O günden bu yana, tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir.
İnsan hep bugün yaşadığı gibi eşitsiz, adaletsiz, ihtiyaç için değil kâr için üretim yapılan toplumlarda yaşamamıştır. Bundan sonra nasıl yaşayacağını da sınıf mücadelesi tayin edecektir.
Baha Uzbilek