“YAE” nefreti

14.11.2021 - 12:17
Ümit Kıvanç
Haberi paylaş

Ümit Kıvanç'ın P24'te yayınlanan yazı dizisi:

“YAE” nefreti tahlil sonuçları / 1: Mevzu

Hayatımın en çok utandığım gecesiydi. 

Roboski katliamının yıldönümünde, İstanbul’da internet üzerinden naklen yayımlanacak bir program düşünülmüştü. Videolar gösterilecek, birçok insan kısa konuşmalar yapacak, İstanbul’dan Roboski’ye, Gülyazı’ya seslenilecekti. Gecenin esprisi ve anlamı buradaydı: Katliamdan iki gece sonra sokaklarda çılgın yılbaşı eğlencelerinin yapıldığı dev metropolden uzun sınır köylerine gönderilecek mesajdaydı. Becerebildiğimiz kadar, acınıza ortak oluyoruz, acınızı içimizde hissediyoruz, size karşı işlenen korkunç suçun farkındayız, peşindeyiz, gönüllerimiz, kalplerimiz sizinle, denecekti. 

Ben o sırada Roboski filmimi (“Ağlama Anne, Güzel Yerdeyim”) tamamlamıştım. Filmin çeşitli gösterimleri yapılmıştı, bazılarına ben de katılmıştım. 

O geceye beni de çağırmışlardı. Gittim, kenarda sıramı beklemeye başladım. Mikrofonu alan bir kişi -derdimiz şahıslarla değil, adı önemli değil-, konuşmasına şöyle başladı: “Buraya gelirken, arkadaşlarıma sordum, ‘orada ne diyeyim?’ dedim. ‘Yetmez ama evet de’ dediler.”

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Hayır, bu şekilde aşağılananlardan biri olduğum için değil. Katliamın ve katliamda hayatını kaybedenlerin kaydını, artık kim ne yapsa silemeyeceği şekilde görselleştirip tutmuş olmama rağmen, bütünüyle bu feci olayın yıldönümüne hasredilmiş gecede birilerinin üzerine basarak yükselmeye çalıştığı taş parçası muamelesi görmekten değil. 2010 Referandumu’ndaki ayrışmadan kendine pay çıkarmanın vardığı raddenin yüz kızartıcı özelliği yüzünden; belki biraz. Solcuyum, sosyalistim diyen insanların bu derecesini yapabildiği münasebetsizlik, kendine hayranlık ve benmerkezcilik yüzünden de. Ama asıl şundan: Kendimi evlatlarının, eşlerinin “parçalarını” karlı çamurlu karanlıktan toplamaya çabalamış Roboskililerin yerine koydum. Şöyle düşünürdüm: Bunların derdi bizim acımıza ortak olmak, gördüğümüz muameleye itiraz etmek değil, dertleri kendileriyle. 

* * *

Değerli okurlar, mazeret yerine de geçmesini umduğum maruzatla başlamama izin verin. 

Yetmez Ama Evet meselesi denen beter mevzu hakkında yazmaktan bugüne kadar kaçınmaya çalıştım. Bunun yegâne sebebi, yukarıda nâhoş bir örneğini sunduğum tavra düşmemek, memlekette zulüm almış başını giderken, olayların gidişini hiçbir şekilde etkileyemeyen bir çokbilmiş azınlık olarak kendimizi eksene oturtan kapışmalara meydan vermemekti. Her şeyi bilme ama haddini bilmeme kültürüne hizmet etmemekti. Tartışma diyemiyorum, mecburen kapışma diyorum, çünkü bu konuda tartışma yapma imkânı, konuyu sahiplenip kendilerine silah ve cephane kılanlarla karşılıklı delillendirmeler sunarak, mantık izleyerek tartışma imkânı yok. Hattâ şunu da ileri süreceğim: Bu imkân bile isteye ortada kaldırılmıştır. Tartışma zeminini yok etmeyi de içeren günah keçisi yaratma stratejisi -1970’lerden beri gördüğümüz üzre- bu defa da büyük başarıyla yürürlüğe kondu. Bu, maalesef radikal sol içi siyasî mücadelelerde uygulanagelmiş yöntemdir. Bu olayda, radikal solun bir bölümünün, biricik tesir havzası saydığı için bir türlü yanından ayrılmadığı geniş ulusalcı kampın da coşkulu katılımı nedeniyle, her zamankinden de etkili ve başarılı oldu. Ömrünü sosyalizm veya genel olarak adalet mücadelesine hasretmiş bazı insanlar bugün bu mücadeleleri omuzlamış gençlerin gözünde, en hafif tasvirle, sözüne kulak verilmez, ne dese yanlış, karakterleri zayıf, menfaat uğruna davayı satmış, bütün bunlara ilaveten, bugün yaşanan her türlü felaketin sorumlularıdır. Bu muazzam bir haksızlık. Ve en az haksızlığa uğrayanın hüsranı kadar, haksızlığı yapanın karakterine dair de birşeyler söylüyor.

Belirttiğim üzre, toplumca çok büyük adaletsizlik ve tehlikeler ortasındayken kendimizi konuşmaya dalmayalım diye bu mevzuda olabildiğince susmayı yeğledim. Sadece bir defa, yine hakaret ve iftira silsilesi altında hep beraber ezildiğimiz -hakaret ve iftira, sahibini de ezer- bir ara mecburen bu zehirli alana girdim ve -AKP’ye değil- dindarlara güvenmekle yaptığım yanlıştan sözettim. Bunu özel olarak meşhur 2010 referandumuyla değil, boşa çıkan değişim beklentimizle ilgili söyledim. Şimdi, umuyorum ki, ilk ve son defa, ötesiyle berisiyle şu mâhut “YAE” meselesini konu edelim ve geçelim. Kendi hesabıma, onca hakareti -“kamu yararı” gözeterek- sineye çektikten sonra ağzımı açacaksam, bunu nezaketi olabildiğince koruyarak, efendi gibi değil, bu konuda sergilenen çok çirkin tavırların ve riyakârlığın hak ettiği üslûpla yapmayı isterdim. Ama “YAE’ciler” nefretinden ekmek yemekle kalmayıp ziyafet sofraları donatan şahıslar ve gruplar gibi, bağcı dövme davası gütmediğimden ve açıklayıcı olma mecburiyeti duyduğumdan, yine nezaketi korumaya çalışacağım.

Burada, 2010 referandumunda Evet oyu vermenin doğruluğunu-yanlışlığını değil, bir dışlama-aşağılama motifi olarak “YAE’ciler” öyküsünün yapılandırılışını konuşacağız. Cürmünün bin katı yer yakışını. Aşağıda izah edeceğim, YAE demenin yanlış olduğunu tartışmaksızın kabul ederek konuşacağız. Bugüne kadar, o referandumda oya sunulan hangi maddelerden ötürü kesinlikle hayır denmesi gerektiğine, aksinin asla düşünülemeyeceğine dair tatminkâr açıklama duymamış olmamıza rağmen. Ve o vakit hayır mı evet mi demek gerektiğini şu anda tartışmanın anlamı olmadığından. Çünkü mevzumuz, nasıl olup da gayet sınırlı bir insan grubunun siyasî kararının, bu karara katılmış herkesi siyasî vebalı haline getirdiği, bu motif kullanılarak yapılan dışlama-değersizleştirme faaliyetinin nasıl bunca zaman aynı şevkle ve şiddetle sürdürülebildiği. Başta söyledim, aşağıda da kanıtlamaya çalışacağım ki, bu konunun siyasî hayatımızda böylesine geniş yer işgal etmesinin mâkûl sebebi yok. Ve bu işin ardında bilinçli hesaplı gayret var.

Bu meseleyle yıllardır kıt ve değerli enerji hebâ ediliyor. YAE motifi tahrip kalıbı gibi kullanılıyor. Benim ya da bu yüzden mütemadiyen aşağılanan, horlanan, henüz etrafı tanımamış yeni yetmeye bir nevi sapık gibi belletilen başka insanların tahammülünün, yaşama direncinin, hevesinin, gücünün tükenişini, haydi, sorun saymayalım. Ortamımız bugünlere gelirken birbirimizi -yalnız lafla değil, sopayla, mermiyle de- harcamaya cevaz vermiş ortamdır. Bir avuç insan daha gözden çıkarılır geçilir. Ama birilerinin hayalî denklemlere fantastik çözümler bularak kendini bilgin saydırmak için kurduğu efsanenin çökertilmesi gerçekten şart. Çünkü bu durmadan yeni varyant üreterek birçok hastalığın devamını sağlayan virüs gibi oldu.

Bu yüzden, bunca zaman yutkunup sakındığım şu tatsız işi yapmak zorundayım. Mücadele edilmesi gereken onca muazzam ve hayatî sorun varken gerçek dışı boyutlarla bezenmiş yapay meseleyle gündemi, ortamı işgal etmek hakikaten abes, ayıp, yıpratıcı, güç kaybettirici.

Ben burada “YAE” nefretinin radikal sol evreni içerisindeki ısrarlı yeniden üretimini incelemeye çalışacağım. Radikal sol dışından YAE motifini diline dolamış fırsatçı ahali hakkında söylenecekler ayrı mevzudur. Çünkü onların güdüleri farklı. YAE meselesi sosyalistlerin bir kesimi için kendini doğrulama, öbürlerini itibarsızlaştırma aracı olmaktan çıksa bile bu silahı asla elden bırakmayacak birileri var: Ulusalcılar. Radikal solla Kemalizm arasındaki imkânsız -fakat imkânsızlığı ölçüsünde arzulanan- ilişkiye dair sorunlara burada giremem haliyle. Sadece, “YAE” motifinin imkânsız aşkı mümkün gösteren yapıştırıcı tesirine işaret edeyim. Ve Ulusalcıların “YAE’ci”lere, meselâ Ülkücülere, faşistlere karşı göstermedikleri bir huşunetle, müthiş düşmanca bir dille saldırdıklarını, onlara basbayağı “görüldüğü yerde ezilmeli” muamelesi yaptıklarını hatırlatayım. Zira bu mevzu deşildikçe, radikal solun bu kesimle arasına koyması gereken mesafe sorunu ortaya gelir, alenen “Askerî vesayet daha iyiydi,” diyen Ulusalcının soldan itibar devşirme ihtimali azalır.

Başlıbaşına kirlilik yaratan, heves kaçıran, moral bozan, el kol bağlayan, yanılsamalar doğuran, toplamda sol-muhalif siyasî etkinlik ve gücü azaltan, sınırlı kuvveti yanlış yerde tüketmeye sebep olan balonları patlatmalı ve kurtulmalıyız.

---

“YAE” nefreti / 2: Elverişli düşman, yakındakidir

Oluşmuş yeni bir rejim, yeni bir siyasî-toplumsal ortam, yeni güç dengeleri üzerinde, biraraya gelebilecek herkesin esas hasımlarla birlikte mücadele etmesi, esas tehlikeleri savuşturması, zulme direnmesi aklın yoluyken, adalet mücadelesini zayıflatma pahasına bunca enerjinin birilerini dışlamaya, aşağılamaya, hasredilmesi neden? Maalesef özellikle sol siyasî kültürümüzde hiçbir şey, yakın “rakibi” önce “iç düşman” haline getirme, sonra da ezme fikri kadar cazip değil. Bu yüzden, herkes öncelikle yanıbaşındaki ötekiyle hesabını görme peşinde koşar. Gücünün birilerini ezmeye yettiği, tecrit edilmiş iktidar alanlarında iş görmek, yerleşikleşmiş, âdetâ gelenekleşmiş bir kaçış tavrı. Bu tavır kendine uygun kültürü oluşturmuş neredeyse. Ve asıl genel-toplumsal mücadele alanından ziyade daracık özel iktidar alanındaki çekişmeye vakit ve enerji harcamayı meşru saydırabilmek için, bu alanı olduğundan çok büyük, çok çok büyük gösterebilmek şart. Bu da yetmiyor, dar alandaki çekişmenin ülke siyaseti düzleminde olayların akışını değiştirebildiği yanılsamasını kurumlaştırmak gerekiyor. Bu hükümlerin altını doldurmaya çalışacağım. Sonda varacağımız yeri işaret etmekteyim.

Öyle görünüyor ki, şu YAE meselesinin her tarafını didikleyip paramparça etmedikçe, bugün YAE, yarın başka bir motif, siyasî-toplumsal gelişmelere müdahale yolları aramamayı meşrulaştıran, 7/24 politika konuşurken apolitik kalmaya mahkûm eden akamet ideolojisini beslemeyi sürdürecek. “Elini kirletmeden kenardan doğruları söylemeyi politika sayma” olarak tarif edebileceğimiz akâmet ideolojisi, hem ahlâk bozar hem de gücü ve güvenilirliği azaltır.

YAE diye bir konu neden ötürü var ve neden boyuna karşımıza çıkıyor? Neden bazen “canım, her şey onların yüzünden olmadı mı?” parolasıyla, bütün kilitlerin anahtarı muamelesi görüyor? “YAE’ci” diye damgalanan insanlardan herhangi birinin, onları suçlayanlarca da pekâlâ onaylanıp desteklenecek herhangi bir eylemi sözkonusu olsa da o insan niçin yine saldırıya uğruyor? YAE’ci damgası yiyenlerin neden kahrolması, yok olması isteniyor? Veya: aslında tam olarak ne isteniyor? Odunlar üstünde yakmak uygun mu meselâ?

Durum sahiden tuhaf. Düşünelim: Meselâ benim şu ya da bu olayda şöyle ya da böyle davranmış olmam neden bu kadar çok insanı ilgilendirsin? Öfkeden gözleri dışarı uğrayarak saldıracak hale getirsin? “Herifin teki yanlış iş yapmış,” denir, ardına “bana ne!” eklenirdi muhtemelen. Oysa niye bunca insan etinden et koparılmış gibi davranıyor? Yukarıda değindiğim iddia nedeniyle: “Her şey onların yüzünden oldu!” 

Şu soruyu cevaplayacağım: Olmuş olabilir mi sahiden? 

“YAE’ciler”le uğraşmayı neyse ki herkes varoluşsal mesele haline getirmiyor ve buna kafayı takanların bir kısmı, hepimizin kahrolmasını talep etmiyorlar. Günahkârların cemaate yeniden katılmasını kabul edecekler. Bir şartla: “Özeleştiri versinler!” 

Sevimsiz ve tekinsiz koridora buradan dalalım.

“Özeleştiri”den kasıt

“YAE’ci” damgası yemişlere uygulanan manevî recm işlemlerine bir “özeleştiri” son verebilir mi sahiden? Hayır. Olmayacağı belli.

Çünkü ilkin, “özeleştiri”den kasıt, insanların belirli bir kararın ve eylemin yanlışlığını, nedenlerini gösterip açıklayarak kabullenmeleri değil; kendilerinin yanlış, güvenilmez, değersiz, kaypak, satılık vs. kişiler olduklarını ilan etmeleri. Her vesileyle dile getirilen iddia buyken başka türlü düşünemeyiz. “YAE” yaygarası, asla alınmış siyasî tavrın doğruluğuna-yanlışlığına ilişkin tartışmanın gürültüsü değil. Çünkü ortada tartışma yok. Birileri bir vakit günah işlemiş, taşlanmaları gerekiyor. Ne zamana kadar? Odunlar ve ateş arzusu iş gördüğü sürece.

İkincisi, “özeleştiri” talep edilirken beklenen, hatanın değil suçun kabul edilmesi. Bu da yetmiyor, suçlunun suçu art niyetle, düşmanca amaçla veya -daha çok- çıkar karşılığı işlediğini kabul etmesi isteniyor. Buna “özeleştiri” diyemeyiz, suç üstlenme veya kendini satma demeliyiz. Beklenen bu. Her kim “YAE’ci” ise, çıkacak, “Evet, ben sizin tarif ettiğiniz o alçağım,” diyecek. Çünkü hemen herkes, “O zaman şöyle düşündüm, şundan ötürü öyle oy verdim,” dedi, diyor zaten. Bir kısmı, “yanlışmış” da diyor. Ama izahatı özeleştiri sayan yok. Çünkü özeleştiri adı altında istenen, işte, başka şey. Yapılmış olan, hata değil basbayağı suçsa, işleyen buna uygun muamele görmeli, değil mi? Suçun cezası olur. Cezayı kesecek merci olur. Kendini bu konuma tayin etmiş olanlar var.

Peki, 2010 referandumunda evet oyu vermiş biri neden işlemediğini düşündüğü suçu üstlenmeli? Yanlış yaptığını düşünüyor olabilir, elbette. Ama, işte, hata değil ki hesabı sorulan. Bir grup insanın bir referandumdaki hatası bu kadar geniş kesimi boğaya zıpkın saplamak için yanıp tutuşur hale getirmezdi ki! “Yanlış yaptılar” denir, geçilirdi. Geçilemiyor.

Çünkü suça dair hükmün gerekçesi, hakkında hüküm verilen davranışın kaynağına art niyet ve çıkar yerleştiriyor. Kabul edilemez şartlar, yani!

Madem hüküm bunun üzerine kuruluyor, hakkında hüküm verilenlerin hükme konu davranışlarıyla hangi çıkarları sağladıklarının ortaya konması gerekir. Bunu hükmü kuranlar yapmalı. Hani bu çıkarlar? Kim evet oyu verdi diye hangi çıkarı elde etmiş? Yok böyle bir şey. Ama var kabul ediliyor.

Tersi var. Diyelim benim gibi biri, göğsüne yapıştırılmış YAE’ci yıldızıyla gezmek zorunda kalmasa, kendisinin görüldüğü yerde ezilmesi gerektiğine inanan pek çok insanın gözünde pekâlâ muteber olabilirdi. Kendi mahallesiyle arayı bozmayı göze alan birini ancak ona karşı mahalleden kat falan verirlerse suçlayabilirsiniz. Böyle bir hal yoksa, bu insan, öylesini doğru bulduğu için şimdi suçlandığı tavrı almıştır. Bu yine yanlış olabilir; ancak, söylemiş miydim: bu hadisede sözü edilen şey hata değil; ihanet. Hataysa da, direksiyon başında uyuyup yolcuları uçurumun dibine göndermek gibi hata. Nasıl özeleştirisi olsun? Anca cezası olur.

“Özeleştiri” adı altında dayatılan itiraf ayininden öbür beklenti, “YAE’ci” damgası taşıyanların, hukuksuz tek adam sultasına varan süreçten bütünüyle kendilerinin sorumlu olduğunu kabul etmeleri. Onlar bu evet oylarını kullanmasalar hiçbir şey bugünkü gibi olmayacaktı, iddiaya göre. 

Bu imkânsız ihtimal sorgulanmıyor bile. “E, her şey onların yüzünden olmadı mı?” sorusu o kadar meşru, haklı ve doğru görünüyor ki, geniş bir kitleye. Aşağıda bu iddianın akla sığmazlığını göstereceğim. Akla sığmamasına rağmen böyle bir iddianın ortaya atılması ve yaşatılmasının arkasındaki güdüye de sonda geleceğiz. 

Hukuksuz, keyfî başkanlık rejimine -kabaca bugünün zulüm ortamına- varan sürecin daha AKP iktidara geldiği andan itibaren planlanmış olduğu, bütün işlerin baştan öngörülmüş stratejiye göre yürüdüğü, dolayısıyla, değişen koşulların, sarsılan güç dengelerinin, etkinleşen-silikleşen kişilerin, grupların ve tabiî radikaliyle mızmızıyla “muhalefet”in bu gidişatta hiçbir rol oynamadığı iddialarının geçersizliğini de burada uzun boylu tartışmayacağım. Meselemizi konuşurken akla gelsin diye, zihnimizde masallaştırdığımızın değil somut tarihin nasıl oluştuğuna dair gayet sağlam bir Marksist yaklaşımın varolduğunu hatırlatmakla yetineyim.

---

“YAE” nefreti / 3: Bir taşla iki kuş

“YAE”ci günahkârların saygın vatandaşlar arasına yeniden kabulü için şart olarak öne sürülen “özeleştiri”den sözediyorduk. Bu başlık altında ele alınması gereken bir konu daha var. Sahici “özeleştiri” olacaksa, yalnız bunu vereceklerin değil, bunun sunulacağı kişilerin de özeleştiri konusu eylemin gerçekleştiği dönemdeki hali tavrı, ortamın özellikleri vs. ortaya getirilmeli. Biliyoruz ki bu da imkânsız, çünkü zaten “YAE” kampanyasının bunca zaman bu kadar dallandırılıp budaklandırılarak sürdürülmesi ve akla gelmez fırsatlar yaratılıp canlı tutulması, bir yandan da o dönemdeki ayrımları, tavırları, bunların gerisindekileri tartışma dışı tutabilmek için. Çünkü o zamanki tartışmanın derhal uzanacağı yer, solun yakın tarihi, kendini toplumda nereye, kimlerin yanına, kimlerin karşısına konumlandırdığı gibi çetrefil sorunlar yığını. Burada net ayrımlar var, radikal sol içerisinde. Dolayısıyla, taraflar var, talep edilen özeleştirinin sunulacağı bir hakem makamı yok. Böylece özeleştiri talebi şöyle bir mahiyet arz ediyor: Suçlu suçu kabul etsin, ama itirafı da hakime değil savcıya yapsın! 

Makam ve yetki tescili

Bahis konusu “özeleştiri”nin özgün yanı burada: esasen suçunu kabul edecek suçluyla değil, itirafın yapılacağı savcıyla ilgili oluşunda! “Özeleştiri” adı altında beklenen, suçluların suçu kabul ederek yeni sayfa açmaları değil. Kendilerini suçlayanlara, “Siz hep doğruydunuz, biz günahkârlarız,” demeleri ve bir çeşit aşağı kast mensupluğunu kabul etmeleri. Ki, bundan böyle onların sadece fikir ve tavırlarına ikinci sınıf fikriyat ve siyaset muamelesi yapılmakla yetinilmesin, insan bireyi olarak değerleri de ikinci sınıf olarak tasnif edilsin. Hiç kaale alınmasınlar veya efendilerin meclisinde, hırsızlık yaparken yakalanıp affedilmiş hizmetkâr tedirginliğiyle dolaşabilsinler ancak. Göğüslerinden aşağılayıcı yıldızı çıkarmadan. Böylece 2010 referandumundan önce ve sonra çekilen her fotoğraflarına o yıldız ekleniversin. 2010 referandumunda “YAE” demiş olmak, kişinin o zamana kadarki ve o zamandan sonraki bütün eylemlerini mundar etsin. (Stalinist örgüt kültürünü tanımayan okurlarım bu satırlara anlam vermekte zorlanabilirler. “12 Eylül öncesi”nin meşru “iç mücadele” pratiklerini bilenlere ise bunlar tanıdık görünecektir.)

Kısmen başarılmış bir tasfiye hamlesini sonuca vardırma gayesi var olayımızda. “YAE’ci” damgası, birçok insanın damgayı yiyenle ilişkisini değiştirdi, bir tür “lanetliler” topluluğu yarattı; hafifsemeyelim. Damgayı yiyenler olarak mütemadiyen bir şekilde biryerlerden dışlanıyoruz. Kimileri ortalıkta fazla samimi, yakın görünmemeye özen gösteriyor, kimileri basbayağı yok sayıyor. 

Görüyoruz ki, özeleştiri adı altında canlı tutulan beklenti bir taşla iki kuş vurmaya yönelik. Hattâ ikinci kuşun asıl av olması ihtimali daha güçlü. “Özeleştiri yapsınlar!” dayatmasının öncelikli amacı, suçlananlara suçlarını ve bundan böyle lanetlilik yıldızı taşımayı kabul ettirmek değil. Suçlayanın ezelî -ve dolayısıyla ebedî- doğruluğunu ispatlama amacıyla işlemesi umuluyor mekanizmanın. 

Bu, bazı insanların, konumlarını tehdit eden eleştiricileri savuşturmasını sağlamakla, “makam” sahiplerine itibarlarını -yeniden- kazandırmakla kalmıyor. İstenmeyen -özellikle geçmişe dair- sorulardan, hatırlanmasa iyi olacak sorumluluklardan, çözülmemiş problemlerden kaçma fırsatı da doğuyor, çıkıntılık eden, çomak sokan, ayrıksı kalan birilerini kimsenin itibar etmediği hale getirince.

Nazik olmaya çalışırken fazla soyut konuştuğumun farkındayım. Ancak içimden geleni olduğu gibi ortaya dökersem, şüphesiz pek güzel ve çabucak anlaşılır, ancak bugünkü kadar bile karşılıklı konuşamaz hale gelebiliriz. Bu yüzden, soyutluk yüzünden kusuruma bakmayın ve lütfen gerektiği yerde siz somutlayıverin :)

“Yanlıştı” sayarak konuşacağız

Aslına bakarsanız, her türlü melaneti barındıran şu “Yetmez Ama Evet’çi” damgasının vurulduğu ve ait oldukları geniş siyasî çevre içerisinde neredeyse sivil ölüme mahkûmiyetleri talep edilen insanların büyük kısmı bakımından, ortada 2010 referandumunda evet oyu vermiş olmak dışında, böylesine hakaret görmelerini ve dışlanmalarını gerektirecek ilkesel yanlışlar yok. Evet oyu ise tamamen bireysel, bilemediniz dar bir gruba özgü tekil eylem. 

Üstelik yolaçtığı hiçbir pratik-somut, gerçek sonuç yok! Evet, şaşırtıcı, ama “her şey onların yüzünden oldu”nun zemini yok. “YAE’ci” diye suçlananlar gerçekte pek az kişi ve aksi yönde oy kullansalar, referandum sonucu yüzde sıfır virgül sıfır kaç etkilenirdi, şüpheli. Aşağıda buna sayıları ortaya dökerek baktığımızda muhtemelen şaşıracağız. Sayıları dökeceğim, çünkü bu maalesef sadece yalanı değil, arkasındaki saikleri de bize gösterecek mevzu.

Yukarıda andığım, AKP’ye, hele partinin önderlerine değil ama dindarlara güvenme, onlara adalet duygusu atfetme isabetsizliği, hayalperestliği bir yana, 2010 Anayasa halkoylamasında evet diyenlerin hiç de yanlış olmayan başka dayanakları vardı. Askerî vesayetin tasfiyesini demokrasi için önkoşul sayma, Kürt meselesinde barışçı adım atılması beklentisi, Avrupa Birliği’ne uyum sürecine -dolayısıyla demokrasinin geliştirilmesine- dair vaatler ve başlamış pratik gibi. Yine sadece hatırlatıp geçeceğim ki, bugün “kahrolsun YAE’ciler” cephesinin sürükleyicileri, sürdürücüleri ve ısıtıp ısıtıp yeniden ortaya sürücüleri olan gruplar ya askerî vesayetin tasfiyesinden rahatsızlık duyuyordu ya kısmen Kürtlere en ufak taviz, yani eşit yurttaşlık imkânı verilmesi fikri karşısında dehşete kapılıyordu ya AB’yi emperyalist düşman görüyor, uyum sürecini bağımsızlığın çiğnenmesi sayıyordu ya da hepsi birden. Radikal solun ana akımıysa, “ABD-AB emperyalizmi”nin piyonu gördüğü AKP çiçek sulamaya kalksa ona da o yaptığı için yapısal ve mantıksal olarak karşı çıkmaya hazırdı. 

Burada bunları yok sayacağız. “Evet” tercihini akla sığmaz, korkunç ihanet eylemi diye nitelenmekten kurtarıp pekâlâ mâkûl seçenek olarak gösterebilecek ne varsa -tek bahis dışında- kaldırıp kenara koyacağız. Buradan itibaren, şu ya da bu gerekçeyle “evet” oyu vermenin yanlış olduğunu kabul ederek konuşacağız. “Hayır demek ne anlama geliyordu?” diye de kurcalamayacağız. Hayır diyenler koalisyonunun -bazıları demokrasiyi kökten inkâr etme anlamına gelen, hemen yukarıda çıtlattığım- çeşitli saiklerini mevzu etmeyeceğiz. Evet denmesindense boykot etmenin, fiilen evet’e -çoğunluğa- katılmak olsa bile, daha makbûl tavır sayıldığını da kabullerimizin arasına katalım. Yani: “Yetmez ama evet diyenler doğru davranmadı” önkabulüyle konuşacağız. Böyle yapacağız ki, bu meselenin bunca yıldır cürmünün bin katı yer yakmasının ardındakileri çözebilelim.

“Özeleştiri” kod adlı kurban ayinine dair beklenti veya dayatma hakkında diyeceğimi dediğime göre, Evet dediği için suçlananların kimler olduğunu hatırlamaya geçebiliriz.

Kimlere hain denebiliyor?

Bir kimsenin “YAE’ci hain” diye suçlanabilmesi için, onun, konumu, aidiyeti, o ana kadarki siyasî tutumu bakımından zaten “evet” diyeceği beklenmeyen, “hayır” demesi beklenen biri olması gerekir. Yani “sosyalist”, en azından “solcu” sayılan biri olmalı ki, ait addedildiği kampa ihanet ettiği ileri sürülebilsin. Aksi halde neye dayanılarak ihanetle suçlanacak? “Yanlış yaptı” denirdi.

Kamp meselesi önemli. Çünkü “her şey ‘YAE’ci’ liboşlar yüzünden oldu” tezini sahiplenenlerin halkoylamasında evet diyenleri asıl suçladığı şey, “kampına ihanet”. Yani aslında “düşmanı desteklemek”.

Kamplar hangileri, kimlerden oluşuyor, neden bunlardan oluşuyor ve nasıl oluyor da şu şu şu unsurlar biraraya gelebiliyor, şunlar niye gelemiyor, kim kime niye düşman, niye öyle sayılmalı… böyle başlıkları es geçiyorum. Hakim Türk siyasî kültürünü hallaç pamuğu gibi atmaya kalkışamam. Bu çapta kazıya girişirsek “YAE” sadece sembolik mevzu olarak tek satırlık yer kaplar, “YAE”yi hayat tavrı ayrımı sananlar hafriyatta kaybolur gider. Dolayısıyla burada kimlerin demokrasinin esas fikriyatına ve ruhuna neden düşman olduğunu kurcalamayacağız, adalet kavramı sınavından Türkiye siyasetinde sadece bir avuç insanın geçebileceği gibi gerçeklerle yüzleşmeyeceğiz.

Türkiye’nin muhalefet ortamında, herkesin ilkeleri ışığında somut olaylara, somut şartlara göre tavır alması, olaylara “neresinden tutup istediğim yönde değiştirebilirim” arayışıyla katılması, yani aslında siyaset dediğimiz faaliyetin aslî gereği, zımnen neredeyse yasak. Hele son onyıllarda, tavır da yok, yerini duruş aldı; durduğun yerden kendi doğrularını tekrarlıyorsun, “doğruyuz ama henüz halkımıza anlatamadık” diyorsun, bu siyaset oluyor.

Dönelim arabaşlığımıza: Kimler “YAE’ci” oldukları için suçlanabiliyor? Buna verilen kısa cevap şu: “AKP’yi destekleyenler”. Peki ya bu hainler arasında “AKP’yi desteklemek” gibi bir şeyi aklından bile geçirmemiş, buna karşılık AKP’nin yaptığı şu veya bu işi desteklemiş olanlar varsa? O işi AKP değil başkası yapsa da destekleyeceklerse? Hayır! Olamaz! Birine karşıysan her şeyine karşısındır! Peki ben askerî vesayete karşıysam, onun yerine seçilmiş hükümetin idareye hakim olmasını istiyorsam? Bizim yani sözde yurttaşların -TC yurttaşına bundan öte paye verilebilir mi?- en azından oyla, sandık yoluyla denetleyebileceği birilerinin seçilmemişler üzerinde belirleyici konumda bulunmasını demokratik bir hayat için şart görüyorsam? 

Bu soru sorulduğu anda zaten iki tarz-ı siyaset doğmuş oluyor. Birinde mecburen elin kirleniyor, ayağın çamura batıyor. Benim gibi birinin kafasına uygun herhangi bir siyasî kadronun bu memlekette “seçilmiş hükümet” payesi kazanması mümkün olmayacağına göre… Öbür yoldan gidince hep temiz kalıyorsun. Zaten bir yere gitmen de gerekmiyor ki ayağın çamurlansın.

Bunları da dikkate almayabiliriz, isterseniz.

---

“YAE” nefreti / 4: Kurucu yanılsama

Dananın kuyruğu bir değil iki yerden kopuyor. 

İlki, yönteme ve siyaseti tanımlamaya ilişkin: Faile değil fiile göre davranma, kültürümüzde yeralmıyor, bunu siyasî kültürümüze sokma girişimleri de en hafifinden “rakibe mevzi kazandırma”, daha ağırı, “düşmanla işbirliği” olarak damgalanıyor. Siyasetin bizzat bu demek olduğunu tartışamıyoruz bile. 

İkinci kopuş, siyasî alanda, içeriksel: Alaşağı edilmesini bazılarımızın sahici demokrasiye doğru adım atılabilmesi için olmazsa olmaz gördüğü “askerî vesayet”, bazılarımızın gözünde âdetâ kutsal. Maalesef Cumhuriyet’in yetiştirdiği, kendini modern, özellikle “çağdaş” sayan kesim, askerî vesayet düzeninde, sorun veya handikap görmek şöyle dursun, zaruret, kaçınılmazlık buluyordu. Hâlâ da buluyor. Üstelik, tek fiskede yıkılan hukuksuz yapının aslî sorumlusu değilmiş gibi, çok yakın tarihin kendisini doğruladığını düşünüyor. Bu yapayanlış gerçeklik kavrayışında ne yazık ki radikal solun ana akımı ona eşlik ediyor. “Laikçi teyzeler haklı çıktı” diye ortalıkta dolaşırken, isyanlardan, katliamlardan, pogromlardan, kitlesel işkence ve sürekli siyasî baskıdan, devlet sözkonusuysa teferruat olmaktan öteye gidememiş hukuk-yargı rejiminden azâde, Atatürk büstü kırarken yakayı ele vermiş mürteci karikatürlerinden meydana gelen resmî Cumhuriyet tarihini tasdik ettiğini ya fark etmiyor ya da bundan gocunmuyor.

Çarpık çurpuk adalet sistemi ve demokrasinin sınırlarını dilediğince daraltıp genişleten, yurttaşın yurttaş kimliğini ve iradesini hiçe sayan, darbe yaparak, hükümet yıkarak, seçilmiş siyasetçiyi asarak, paramiliter eğitim kampları kurup sivil silahlı güçler yetiştirip halkın bir kısmını öbürüne karşı savaşa hazır tutan, gençleri birbirine kırdırarak, siyasî cinayetleri, katliamları ardarda dizerek, yüz binlerce insana işkence yaparak, hukuku bütünüyle devlet zorunun buyruğundaki araç kılarak sürdürülen yönetimi “aydınlık”la, “bilim”le, “çağdaşlık”la özdeşleştirmek aslında imkânsız. Ama birileri, ülkenin kuruluşuna varan sürece dair efsanelerin üzerine gözalıcı bir anti-emperyalizm hâlesi yerleştirerek bunu mümkün kıldı. Bu hâle onyıllar boyunca milliyetçiliğin üzerini örttü, milliyetçi olmayan, devlete bir yerinden teğellenmemiş muhalif hareketlerin gelişmesinin önündeki en büyük engel haline geldi. Çünkü resmî anlatı birçok muhalifçe de paylaşılıyordu. (Tıpkı “gayrimüslim” nefreti gibi.) Buna karşı çıkmak, hele devlet-toplum ilişkisinin neredeyse üzerine bina edildiği temel -sözde- çelişkiyi tartışma konusu etmek, kimine göre “gericilerin”, kimine göre “bölücülerin” yapacağı iş sayıldı. Şu sözde çelişki, “ilerici-gerici” çatışması, söylerken bile insana bıkkınlık veriyor. Bizim temel çatışmamız bu değil; bu ülkedeki devlet-toplum ilişkisini şekillendiren temel çelişki bu değil. Aksine, şu son yıllarda görmek istemeyen göze bile sokularak ortaya serildiği üzre, o sözde temel çelişkinin çatışan taraflarının biraraya geldiği yerde, lafını etmeden paylaştığı ganimette esas sorun. Oraya gelip buluştuklarında başka birilerini dışlıyorlar ki, düzen bunun üzerine kurulu. Bir nevi rektifiye edilmiş Yenikapı Ruhu forever yani…

2010 halkoylamasında anayasa değişikliklerine evet demek “AKP’yi desteklemek”, o da “dinci-gerici” kamp lehine köstebeklik, hattâ cephe gerisinde sabotaj yapmak olarak sunulduğu için bu kadarı zorunluydu, ama tiyatronun temelinde köstebek gibi dolaşmayı burada keselim, sahneye, “YAE’ci hainler” oyununa dönelim.

Niye evet, niye hayır?

Bir halkoylamasında şu ya da bu oyu kullandığı için insan suç işlemiş olur mu? Aslında olmaz. Diyelim, ille de öyle sayılacak. Bunun için herhalde iki şart aramalıyız. Bir: Vahim sonuca yolaçacağını bile bile oyunu o yönde kullanmış olması. İki: Verdiği oyla sonucu değiştirebilmiş olması.

İlk soruyu cevaplayabilmek için, günahkârı cehenneme postalamadan evvel ahiret ilgililerinin dahi soracağını tahmin ettiğim cinsten bir başka soruyu sormalıyız: Yetmez Ama Evet diyenler niye dedi? 

Yukarıda dokundum, azıcık açayım: Anayasa referandumunda, geçmesi halinde demokratik açılımlar getirebileceğine bazılarımızın inandığı maddeler vardı. Evet oyu vermenin esprisi bundan ibaretti. AKP destekçileri-seçmenleri dışında, burada evet oyu veren birçok insan açısından “AKP’ye destek” gibi bir niyet sözkonusu değildi. Seçilmiş hükümet, yurttaş iradesi, adalet, hukuk, güçler ayrılığı gibi kavramların daha bir ciddîye alınacağı ve Kürtlerin nihayet kendilerini eşit yurttaş hissetmelerini sağlayacak bir yönelimin ilk adımlarının atılacağı umudu vardı. Bunlar için de, kararlı şekilde ilerleneceği söylenen Avrupa Birliği yolu bir güvence gibi görünüyordu. Ayrıca 12 Eylül darbecileriyle hesaplaşma vaadi vardı. Bu vaat ve niyetler desteklendi. Bugün suçlananların özel olarak tutup “AKP’yi destekleme”lerinin sebebi de anlamı da yoktu. (“Çıkar karşılığı yaptılar” iftirasına başvurulması, burada doğacak zaafiyeti gidermeyi hedefleyen önlemlerdendi.)

Hayır diyenlerin bir bölümü, referandumla gelecek değişiklikleri iktidar partisinin yargıyı ele geçirmede kullanacağını söylüyorlardı ki, haklı çıktılar. Ancak şu mâhût yargıyı o sayede ele geçirdiler” tantanasının içyüzü, anlatıldığı gibi değil, ayrıca ibretlikti. 

CHP değiştirtti, kimse hatırlamıyor

CHP gidip Anayasa Mahkemesi’ne başvurup değiştirtmeseydi, ilk taslağa göre HSYK seçimleri çok daha demokratik şekilde yapılabilecekti, listeler değil kişiler oylanabilecekti. Seçime listelerle gidilirse kendisinin kazanacağından emin olan Ulusalcı-devletçi, CHP’li kesim, mecburen karma yönetime yolaçacak bu yöntemi değiştirtti ve AKP ile o sıradaki müttefiği Fethullahçılar bu değişiklikle doğan fırsatın üstüne atlayıp her şeyin içine etti. Şu işe bakın ki, referandumdan sonra “yargının ele geçirilmesi” sürecinden bu değişikliğe yolaçan CHP’liler değil, “YAE’ciler” sorumlu tutuluyor!? Bu, yanlışlık veya rastlantı değil. “YAE” nefretinin pompalanışı hakkında düşünürken yol gösterici olgulardan.

Hatırlanması gerekenler: Hayır diyenlerin büyük kısmı, teklif AKP’den geldiği için bu tavrı takınıyordu. “Millî bağımsızlık”a halel getireceği gerekçesiyle AB üyeliğini istemeyenler de hayır diyordu. Anti-emperyalizm ve bağımsızlık kılıflarındaki milliyetçilik yüzünden, ülke içindeki baskıcı vesayet düzenini AB üyeliğiyle gelecek demokrasi açılımına yeğleyen -hiç beklenmedik kesimler arasında bile- çoktu. Sol, büyük çoğunluğuyla AB karşıtıydı. AKP, “emperyalistlerin” Ortadoğu’ya getirmeyi planladığı düzenin başlıca ajanı olarak görülüyor, Tayyip Erdoğan “Amerika’nın adamı” diye niteleniyordu. “Komünist” olma iddiasındaki siyaset ileri gelenleri, Türkiye’nin “emperyalist kuşatma tehdidi”yle yüzyüze bulunduğunu, birinci önceliğin “yurt savunması” olduğunu, bu acil gereklilik varken başka meselelere takılınmaması gerektiğini propaganda ediyorlardı. Böyle düşünmeyen bir solcu, Evet diyemez miydi?

Gezi İsyanı sırasında MHP’nin de içinde olduğu “demokrasi cephesi” fantezileri kuran sözde çağdaş muhalefet, o vakitler, AB için uyum yasaları çıkarılması ve “Kürt Açılımı” ihtimallerini, millî bağımsızlığımıza ihanet ve Güneydoğu’yu PKK’ye peşkeş çekmek olarak filan görüyor, demokrasi ve özellikle eşit yurttaşlık ihtimalinden tiksiniyordu. Hâlâ da tiksiniyor. “Demokrasi cephesi”nin çok daha ileri unsurları, Yargıtay başsavcısının, ardarda -doğru dürüst- seçim kazanan partiye karşı gazete kupürleriyle açtığı kapatma davasını desteklediler. Gazete kupürleriyle “irticaî faaliyetlerin odağı” ilan edilen AKP’nin kapatılmasını “hukukun üstünlüğü”nün icabı sayan ‘komünist” avukata rastlanabiliyordu.

Ne yazık ki, bunların üstünden atlayarak konuşamıyoruz mevzumuzu.

Siyasî olmayan ithamlar

“YAE’ci hainler yüzünden oldu” öyküsünün üzerine kurulduğu hükümlerden üçü, referandumda oylanan maddelerin siyasî içeriğiyle alâkalı değil: 

1. Ne olursa olsun, teklifi önümüze AKP getirdiği için referandumda hayır demeliydiniz.

2. Demediyseniz bir planın parçasısınız ya da karşılığında çıkar elde ettiniz. 

3. Siz evet dediğiniz için bütün bu felaket başımıza geldi.

Teker teker ele alalım. 

Referandumda veya başka her yerde, ne neymiş bakmadan, “ne olursa olsun” alınacak tavra siyaset denmez. Ne neymiş bakıldığında da, asgarî demokrat bir insanın pekâlâ öyle ya da böyle oy vermesi mâkûldü. Zira, iktidara yürüyenler anti-demokratik tohumdan boy vermiş filizlerdi, ama demokrasi ve hukuk devleti için güvence olacak Avrupa Birliği üyeliğini hedeflediklerini söylüyorlardı ve bunun gereği olan yasal-idarî düzenlemelere girişmişlerdi. Öte yandaysa, “ABD-AB emperyalizmi”nin başımıza açacağı işlerden dem vurarak, ilk vazifenin “yurt savunması” olduğunu haykıran, -hayır, “vatan sözkonusuysa gerisi teferruattır” diyen JİTEM’ciler, faşistler değil- başkaları vardı. Bu kesim, “YAE’ci hainler” söyleminin başlıca sahiplerindendir. Demokratik dönüşüm için Yetmez Ama Evet tutumu bazılarımıza daha doğru gözüktü. Ancak belki tam tersi, “hayır, ama şöyle olursa evet deriz” gibi kampanyalar da düzenlenebilirdi. Ama bunun için, faile değil fiile bakma yaklaşımı, yani sahici siyaset gerekliydi ki, bizde bunun hiç olmadığı yer, tam da şu “YAE’ci hainler” yaygarasının sık sık toza dumana boğduğu daracık muhalif ortam. 

“Çıkar karşılığı yaptınız” ve “sizin yüzünüzden oldu” meselelerini gelecek bölümde ele alalım.

---

“YAE” nefreti / 5: Liboş nedir?

“YAE’ciler” hakkında ortaya sürülen ve referandumda oya sunulan maddelerin içeriğiyle ilgili olmayan üç iddiayı ele almaya başlamıştık. Şunlardı:

1. Ne olursa olsun, teklifi AKP getirdiği için hayır demeliydiniz.

2. Demediyseniz ya bir planın parçasısınız ya da çıkar karşılığı böyle yaptınız.

3. Evet dediğiniz için bütün bu felaket başımıza geldi.

İlk madde hakkında geçen bölümde konuşmuştuk.

İkinci maddeye geçerken, aslında bir başka önemli başlığın altını da doldurmaya başlıyoruz: Kim bu “YAE’ciler”? Topluca böyle adlandırılacak birileri var mıdır? Genellikle Etyen Mahçupyan, Ali Bayramoğlu, Cengiz Çandar, Murat Belge… diye yola çıkan, Ahmet Altan’ı, Oya Baydar’ı… içine alan, DSİP’e uğradıktan sonra, benim gibi, bir sonraki kuşaktan kimseleri de önüne katıp az ileride duran katardaki topluluk ilginç bir bileşim sunuyor bize. Orada sahiden liberal diye tanımlanabileceklerle, karar ve tutumlarını kendilerine göre sosyalistliklerine dayandıranlar birarada. Bazılarının birlikte belki bir-iki siyasî adım atması mümkün, ama sonrasında yollarının ayrışması kaçınılmaz. Velhâsıl, aslında, gerçek hayatta bazen birarada davranabilen küçük gruplar, sadece bu vesileyle yanyana gelmiş insanlar falan sözkonusu. Bu insanlardan bir kısmını biraraya getiren vesileler, mâhût referandum dışında, ancak genel demokratik mücadelenin, onlara küfredenler dahil pek kimsenin karşı çıkmayacağı icapları olmuştur. Karşı karşıya getiren vesileler de olmuştur.

“YAE’ciler” yaftası, siyasî bakımdan birbirinden farklı insanların topluca muhatap alınabilecek yekpâre grup olarak algılanmasını sağlıyor. Buna neden gerek duyulduğu kolayca anlaşılır.

Birçok konuda farklı tavır alabilecek insanları bir tür “tıynet” ortaklığına sokar, herhangi birinin yaptığından öbürlerinin de sorumlu tutulabileceği bir hayalî bağlantı yaratır ve bunu gerçek diye yutturursanız, bütün bu grubu sık sık suçlamak bakımından imkânlarınız çoğalır, çeşitlenir. Genel olarak fiile değil faile bakma da nasıl olsa yerleşik alışkanlık, böylece biri bir sebeple kötü oldu mu öbürlerinin artık hep kötü sayılmasının yolu açılır. Hasımlarınızı birbirlerine ne kadar yapıştırabilirseniz o kadar tesirli silah elde edersiniz: Ne amaçla ve geçici olarak yanyana geldiklerini gerçekte gayet iyi bildiğiniz insanları fıtraten her konuda hep birlikte davranır göstererek, birinin yanlışından hepsini sorumlu tutma, bir taşla yirmi kuş vurma imkânına kavuşursunuz. Tipik örnek, 2010 referandumunda bazısı hayır’cı, bazısı boykot’çu, bazısı evet’çi olan “Hrant’ın Arkadaşları”nın topluca “YAE”ci ilan edilmesidir. Düpedüz yalandır, ama her yerde her fırsatta tekrarlanır, kimilerince, Hrant Dink Cinayeti Davası’na sahip çıkmamanın bahanesi olarak kullanılır. Şu dünyadan ayrılmadan görülecek hesaplarım arasındaki bu iç acıtıcı mevzuya başka zaman gireriz. 

Ne diyemiyoruz da onu diyoruz?

“YAE’ci hainler” olarak isimleri hep birarada sayılan şahıslar arasındaki siyasî farklılıklar, dürüstlükten azıcık nasibini almış herkesin kolaylıkla göreceği, teslim edeceği açıklıktadır. Bahsedilenlerin bazıları zaten solcu değildir, genel olarak solla ilgili hissiyatı hiç de hoş olmayanlar vardır. Dolayısıyla “hain” diye suçlanabilmelerinin yegâne -uyduruk- zemini, dindar değil “çağdaş-modern” sayılan kesime uygun giyim-kuşamları, hayat tarzlarıdır.

“YAE’ciler”i tecrit girişimlerinde, ne yazık ki 12 Eylül öncesinden beri sol içi iktidar alanı açma ve “saha temizleme” mücadelelerine damgasını vuran kötü alışkanlıklardan biri daha devreye sokuldu. Fazla kırıp dökmeden, basitçe şöyle anlatayım: Adımın geçtiği her yerde başına “liberal” ekleyen birileri, meselâ, benim liberallikle pek alâkam olmadığını gayet iyi bilir. Ancak solcularda alerji yaratan böyle bir kavramı birine yamadığınızda, tanımayanlar ve gençler onun her yaptığına bu etiketin gölgesinde bakacaktır. Yine anmam lazım, fiile değil faile göre düşünme kültürümüzün zemini üzerinde, “Bu adamın şu yaptığı liberallik”ten, “O yapıyorsa liberalliktir”e kolayca geçilebilir. (“Liberal” lafının küfür gibi kullanılması tabiî ayrıca ele alınması gereken tuhaf ve nâhoş mevzu. Nâhoş, çünkü liberal, gerçekte tartışılması solcuyu besleyecek muhataptır.)

İşi “liboş”a vardırdığınızdaysa şahıs en alt aşağılama-dışlama basamağına indirilmiş demektir: artık kimse yüzüne bakmayacak, onunla konuşmayacak, en önemlisi, onunla yanyana görünmeyecektir. Bu kavram, bir yandan içerdiği “kıçı rahat”lık göndermesiyle, askerlerin pek sevdiği, “Boğaz’a karşı viski içenler” motifine bile uzanabilecek “havası” nedeniyle, ancak şüphesiz esas “nonoş” çağrışımı nedeniyle böylesine gözde oldu. Ancak bu “gizil” içeriği açıkça ortaya sürmek, LGBTİ+ haklarını savunmanın 1980 sonrasında istemeye istemeye de olsa benimsendiği sol ortamlarda kabul görecek davranış değil. Sosyaliste liberal denmesinin doğal olarak aşağılama-dışlama işlevi gördüğü ortamda “bu ibneler”in yerini kolayca tutabilen “liboş” kavramı tam bir riyakârlıkla kullanıldı, kullanılıyor. Yüz kızartıcıdır.

Çıkar meselesi

2010 referandumunda Yetmez Ama Evet diyenlerin bir bölümü, evet, Türkiye ölçülerinde liberal diye tanımlanabilecek kimselerdi. Bunlardan birkaçı, AKP’den büyük demokrasi adımları da bekliyorlardı ve bu beklentilerini en azından Gezi İsyanı sonrasına kadar sürdürdüler, doğru. Ancak “YAE’ci hainler”in esas ağız dolusu küfürler yiyen ve sanırım hakaret edildikçe edeni daha çok tatmin eden kısmı, kendini sosyalist kabul edenlerdir. Örgüt olarak DSİP, gerikalanı tek tek bireyler.

Şüphe yok ki, bugün her fırsatta üzerlerine pislik boca edilen insanların hayatları boyunca yapıp ettiklerinde ortalama bir sosyalistin beğeneceği, katılacağı, destekleyeceği, yapıldı diye memnun olacağı, ilham alacağı, besleneceği, başkalarına da sunacağı çok şey var. Ancak ağızlarını açar açmaz, “Bu satılmış yavşak hâlâ konuşuyor mu!”dan hafif kalmayan saldırılara uğruyorlar (uğruyoruz). Sosyalist gençlerin bu insanların hepsine dışkı yığınına bakar gibi bakmasını sağlamakta, yoksa birilerinin çıkarı mı var?

Ama biz şu anda Yetmez Ama Evet diyenlerin böyle davranarak sağladığı ileri sürülen “çıkarları” arıyoruz! Sorumuz şu: Evet, topluca karar alıp uygulayan ekip gibi sunulan ve topluca hakaret hedefi yapılan bu gruptan kim, referandumda evet diyerek hangi çıkarı sağladı? Dediğim gibi, bazı liberal yazar-çizerler, AKP’den ve arkasındaki Müslüman taşra hareketinden büyük dönüştürücü işlevler bekliyorlardı ve umutlarını kesmeleri epey zaman aldı. Bu insanlar iktidara yakın gazetelerde yazdılar, televizyonlarda program yaptılar. Referandumda evet diyerek çıkar sağlamanın ölçüsü herhalde bu olamaz. O referandum olmasaydı da bu insanlar bu tutumu takınacaklardı, -pek çoğumuza niyeyse tuhaf görünüyor:- çünkü böyle düşünüyorlardı. 

“YAE’ci hainler”in büyük gövdesine -ki birazdan bunun büyüklüğüne bakacağız ve patırtı esas orada kopacak- gelince. Şu basit gerçeği bu konuda laf edecek herkesin lafa başlarken, besmele gibi tekrarlamasında yarar var: Kimse herhangi bir çıkar sağlamadı. Başlarda söylediğim gibi: aksine.

Siyasete bulaşmayan duygulu şair pozlarına bürünmeyi seven, vicdanlı-sağlam, sözünü sakınmayan insan imajını nasıl olduysa bir ara bir yerden aşırıp üstüne geçirmeyi becermiş, gerçekte bunlarla alâkası olmayan, kendini gaddar bir iktidarın hizmetine koşmuş tipik bir küçük taşra düzenbazı şahsiyet, nedense benimle uğraştığı bir yazısında, mealen şöyle demişti: “Bu adam da kendi mahallesine bir türlü yaranamıyor, o yüzden yaranmak için çırpınıyor.” Mevzu neydi, unuttum. Fakat buradaki salaklığa çok hayret etmiştim. “Kendi mahallesi” diye tarif ettiği dar çevrenin hiç değilse yarısı, geniş çevrenin dörtte üçü, bana bakınca ölesiye nefret ettiği “YAE’ci hain” gören birileriydi. Ve ben şimdiye kadar ne yaptıysam mahalleyle aramızın fena halde bozulmasını göze ala ala yapmıştım. Keşke bozulmasaydı, tabiî. Çoğunluğun -“bizim” çoğunluğun- hoşuna gidecek güzelleme filmleri ve ajitatif yazılarla mütemadiyen onaylanan bir kimse olmak, her konuda her şeyden eminmiş gibi atıp tutarak, resmî tarihle, milliyetçilikle, devlet sahipliğiyle dirsek teması içerisinde alkış garantili “stil ikonu” mertebesine yükselmek, zorunlu yüzleşmelerden kaçmak için yükseklerden herkese “sınıfsallık” talimatları yağdırmak belki fena olmazdı; kimbilir… Ama yeryüzü adaletini bir yerde görürken başka tarafa yürürsen neye yaradı o hayat!.. Görünüşte hassas şair, gerçekte iktidar yalakası artist olan eleştiricim, tavrımın gerisinde mahalleye yaranma çabasını arıyordu. “YAE’ci” liboşlukla suçlayan da, öbür taraftan çıkar sağlama hesabını arıyor. İnsanın ne yapıyorsa çıkar karşılığı yaptığını düşünmeyen birileri de var vallahi, biliyorum. Belirtmeye gerek yok ki, burada bendeniz sadece temsilî bir örneğim.

Var mı sağlanmış çıkar? Yok. Kaybedilmiş şeyler var mı? Çok. Soluk aldığında göğsü umutla şişen, ideallerinin güzelliğiyle başı dönen tek bir gencin bile seni kötü insan bellemesi, içinin kararması, hayata küsmen için sebeptir. Müşterisiz dükkânında  ayağını altına almış oturduğu yerden etrafa kötülük saçan siyaset bezirgânlarıyla itişip kakışarak elde edilecek hayır yok, insanlık nâmına. Fakat gençlere böylesine acımasızca yalan söyleniyor oluşu fena. Buna kayıtsız kalınamaz.

Bültene kayıt ol